Geçtiğimiz hafta kar yağışının etkisiyle dondurucu soğukların hayatı felç ettiği İstanbul, kışın bu soğuk yüzüne rağmen uluslararası diplomasinin en sıcak ve hareketli zirvelerine ev sahipliği yapmıştır.
Özellikle İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon'un müsebbibi olduğu kriz sonrasında, Ortadoğu labirentinde yönünü bulamadığı ve bölgenin müzmin sorunlarına ortak olduğu yorumlarıyla karşılaşan Türkiye, tüm bu eleştirilere cevap niteliği taşıyacak şekilde Orta Asya merkezine, Hindikuş Dağları'na kadar uzanan bir coğrafyaya yönelik iki önemli stratejik adım atmıştır. Bu çerçevede ilk hamle, Ankara'nın inisiyatifiyle kurulan Afganistan-Pakistan-Türkiye troykasının iki yıl gibi kısa bir süre zarfında dördüncü kez toplanması olmuştur. Bu üçlünün bir araya gelmesindeki temel amaçlar terörle mücadele, ekonomi, eğitim ve kalkınma projeleri gibi siyasal ve sosyal konularda işbirliğinin geliştirilmesiyle birlikte Afganistan-Pakistan anlaşmazlıklarını çözmeye çalışmaktır.
taliban'sız bir çözüm gerçekçi değil
Fakat yukarıdaki söz konusu toplantıdan daha geniş katılımlı ve daha önemli girişim, Afganistan'a komşu devletlerin yanı sıra bu ülkede yaşanan sorunlarla yakından ilgili ülkelerin bir araya getirildiği "Asya'nın Kalbinde Dostluk ve İşbirliği Zirvesi" adlı toplantının gerçekleştirilmesidir. Zirveyi önemli kılan başlıca özellik, İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Muhammed Rıza Rahimi ile ABD'nin Pakistan-Afganistan Özel Temsilcisi Richard Holbrooke'un birinci yardımcısı olan Paul Jones'un bir araya gelmesidir. Sünni merkezli bir bölgesel ittifak oluşturma tuzağına düşmeyeceğini ve din, mezhep ve etnik ayrımlar yapmaksızın politika geliştireceğini ortaya koyan Türkiye, Tahran-Washington hattındaki gerilimi kapı arkasından olsa da müzakereler yoluyla yatıştırmak niyetinde.
Türkiye'nin Çırağan Sarayı'nda atmış olduğu bu adımların iyi bir şekilde analiz edilmesi için öncelikle bölgede yaşanan sorunların bütünün parçaları niteliğinde olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Bu çerçevede Türkiye, Orta Asya ve Ortadoğu'nun güvenlik sorunlarının bir bütün teşkil ettiğinin ve en önemlisi, İran nükleer krizinin de bu eksende yapılan tartışmaların bir parçası olduğunun bilincinde hareket etmektedir. Dolayısıyla tüm bu adımların hedef noktasında, patlamaya hazır pek çok sorunu barındıran söz konusu coğrafyanın krizlerden arındırılarak bir barış havzasına dönüştürülmesi planı yer almaktadır.
Cumhurbaşkanımız Gül'ün, "İstanbul Zirvesi'nin bu bölge için bir mihenk taşı olarak anılacağına inandığını, bölgede işbirliği ve uzlaşı ikliminin teşviki için Türkiye olarak katkıda bulunmaya her zaman hazır olduklarını" açıklaması, bu planın merkezinde büyük bir drama dönüşen ve Türkiye'nin yanı sıra pek çok ülkeyi tedirgin eden Afganistan meselesi yer almaktadır.
Hem Londra toplantısının kararlarına hem de İstanbul'un Afganistan Zirvesi sonrasında hazırlanan sonuç bildirgesine göz atıldığı takdirde, NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen'in muharip birlik talebinin arkasında yatan askerî çözüm arayışlarının yerine Ankara'nın Afgan toplumunu bir araya getirmek konusunda geliştirdiği projelerin desteklendiği daha açık bir biçimde görülecektir. Nitekim Afganistan Devlet Başkanı Hamid Karzai'nin Türkiye'nin teşvikiyle Taliban'a barış eli uzatmaya hazır olduğuna yönelik barış merkezli açıklamalarda bulunması ve bundan da önemlisi Obama yönetiminin ılımlı açıklamalara ağırlık vererek Türkiye ile aynı paralelde hareket edip Afganistan'da Taliban'sız bir çözümün gerçekçi olmayacağını kabul etmesi, bu durumun en önemli kanıtıdır.
Başka bir ifade ile Londra Zirvesi'nde gündeme getirilen Afganistan içindeki taraflar arasında diyalog ve müzakerelerin geliştirilmesi yönündeki eğilim göstermiştir ki, Türkiye'nin Afganistan konusunda egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğü esasına dayanan tezleri ile Batı'nın düne kadar ileri sürmüş olduğu argümanlar arasındaki farklılıklar gitgide daralmıştır. Anlaşılan odur ki, önümüzdeki dönemde Taliban'ın ülkedeki gücü ve sahip olduğu etkinlik dikkate alındığında askerî seçeneklerin çözüm getirmeyeceğinin farkında olan Türkiye, Taliban meselesi konusunda tarafları aynı masada buluşturma temelindeki stratejilere, hem de Batı'nın açık desteğiyle ağırlık verecektir.
Bu açıdan 22 Mayıs'ta yapılması planlanan seçimlerin bütçedeki sorunlar ve kısıtlamalar, güvenlik endişeleri, lojistik engeller ve en önemlisi seçim prosedürünün iyileştirilmesi amacıyla 18 Eylül'e ertelenmesi, özellikle Taliban tarafından dile getirilen seçim yolsuzluklarının önüne geçilmesi yönündeki talepler dikkate alındığı gibi, bu gücün etkinliğini görmezden gelmek yerine dinlemek yönündeki eğilimin ağırlık kazandığı anlaşılmıştır.
Sonuç itibarıyla Ağustos 2008 tarihinde Pakistan'a komşu ve dost devletler zirvesini düzenleyen Türkiye'nin bu kez aynı toplantıyı Afganistan merkezli olarak gerçekleştirmesi, Türkiye'nin Kabil ve İslamabad'a ne denli önem verdiğini göstermiştir. İki ülkenin sorunlarına bölgesel işbirliği yoluyla çözüm aranmasına yönelik bu yaklaşımın, yalnızca Türkiye, Afganistan, Pakistan açısından değil tüm Orta Asya-Ortadoğu coğrafyası açısından fayda sağlayacağı kesindir. Nitekim İstanbul sonuç bildirgesinde yer alan "Afganistan'ı çevreleyen bölgede barışın, istikrarın ve refahın sağlanması ortak çabasını destekleyecek zengin, olumlu ve ilerlemeye yönelik girişimler mozaiği" oluşturmanın hedeflendiğine yönelik açılım, Batı'nın maddi desteğini Afgan ordusunu silahlandırmak yerine bu ülkedeki Türk birliğinin yaptığı gibi sosyal sorumluluk projelerine kaydırmasının zamanının geldiğini göstermiştir. Afgan halkının ihtiyacı çatışma değil, göç, işsizlik, kalkınma, yatırım, eğitim, sağlık ve çevre sorunlarına çözüm bulunmasıdır.
Prof. Dr. Samir Salha - Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi
Kaynak: Zaman