Gazetelerin bir bölümünün dünkü manşetleri; Şemdinli'nin Aktütün Karakolu'na yapılan PKK saldırısında Genelkurmay'ın, yani ordunun sorumluluğuna dikkat çekiyordu. Radikal gazetesi, Yaşar Büyükanıt'ın bölgeye tamamen hâkim olduklarını ifade eden bir değerlendirmesinden yola çıkarak, 'Hani oralar BBG eviydi?' sorusunu soruyordu.
Hürriyet gazetesinin manşeti, 'Güpegündüz 15 şehit'ti, Vatan gazetesinin ise 'Hep aynı laflar, yeter artık', 'Bu nasıl karakol?' şeklindeydi. Taraf gazetesi 'Genelkurmay bu kez hesap versin' diyordu.
Yıllar önce Almanya'da kalırken, Reşat'ın (Çalışlar) okulla ilgili sorunları vardı. Hergün okula geç gidiyordu. Çok sevdiği sınıf arkadaşı William'ın tiyatrocu annesi Cordula'ya durumu anlattık. Reşat'ı nasıl heveslendirebiliriz dedik. Kendi hatalarımızı öğrenmeye çalıştık. Cordula'nın tepkisi ilginçti.
"Sorumlu niye siz oluyorsunuz ki? Okuldaki öğretmenlere deyin ki, çocuk okula gitmek istemiyor. Neden bu kadar sevimsiz bir eğitim yapıyorsunuz? Bunu düzeltin ve çocuğun okulu sevmesini sağlayın."
Hiç böyle düşünmemiştik. PKK'nın vahşi saldırısının ardından da çoğunluğumuz haklı olarak PKK'ya öfkelerimizi yönelttik. Ancak onlara tepki göstermekle sorunun çözülmeyeceği belliydi. Barzani ve Talabani'ye geçmişte olduğu gibi yönelen 'sorumlu onlardır' şeklindeki söylemlerin de yeni bir yanı olmayacaktı.
Genelkurmay Başkanlığı'nın bildirdiğine göre Aktütün Karakolu söylendiği gibi dört kez değil 38 kere saldırıya uğramıştı. Bölgedeki birçok karakolun da bilinenden çok daha fazla saldırıya uğradıklarını öğrendik. Genelkurmay sözcüsü Kuzey Irak'taki Kürt yönetiminin de PKK'ya destek verdiği değerlendirmesinde bulundu.
***
Sonuç olarak Genelkurmay Başkanlığı, Aktütün Karakolu'na yapılan saldırıda bir zaafiyetleri olmadığını gazetecilerle yaptığı görüşmede ifade etti. Ancak bir gerçek var ki, sonuç olarak sürekli saldırıya uğrayan bir karakolda 15 asker hayatını yitirdi. Bu ülkenin gencecik çocukları çözülemeyen bir sorunun yarattığı şiddet ortamında ölüme gittiler.
Bu sonuçtan, bu genç ölümlerden hepimizin değişik ölçülerde sorumluluğu olduğu bir gerçek. Çünkü bu sorunu 25 yıldır çözemiyoruz ve çocuklarımızı kurban vermeye devam ediyoruz.
Bir çözüme gerek bulunuyor. Konuyu askeri alana hapsederek bu sorunun çözülemeyeceği 25 yıllık pratik içinde ortaya çıktı.
Sorunun özünün sosyal ve siyasi olduğunu artık kabul etmeli ve ona göre konuşmalı ve çözüm aramalıyız. Böyle çözümler de ancak siyasi irade tarafından üretilir. Bugüne kadarki pratik gösterdi ki, bu sorunun asıl sahibi olarak askerler görülüyor. Onların da süreç içinde bu sorumluluğu benimsedikleri söylenebilir.
Belki de asıl sorun burada. Konunun asıl hâkiminin askerler olarak kabul edilmesi, konuyu asıl çözmesi gereken siyasi iradeyi bir ölçüde rahatlatıyor. Daha doğrusu bu alan 'riskli' görülüyor ve konuya her zaman 'utangaç', 'çekingen' bir tarzda yaklaşılıyor. Asker yalnızca bu konudaki askeri sorumlu olmanın ötesine geçiyor ve siyasi çözümü de belirlemeye başlıyor.
Başbakan Tayyip Erdoğan bir cesaret göstererek 'Kürt sorunu' dedi ve arkasından sivil çözümler üretmek için geçen yıllarda bir hamle yaptı. Kendisine yapılan uyarılardan da etkilenerek, siyasi çözümü de askerlerin üreteceğini kabul ederek geri çekildi.
Ancak sorun orta yerde duruyor. Çocuklarımız ölüyor, bölgede kan durmuyor. Kısır bir döngü olarak yeniden başa dönüyoruz. Artık çocuklarımızın ölmeyeceği çözümler üretilmesini istemek hakkımız değil mi? En çok paramızı bu alana yatırıyoruz, siyasiler askerlerin bir dediğini iki etmiyor, çocuklarımızı yolluyoruz ve buna rağmen hâlâ bir çözüm ortaya çıkmıyor.
Bu kısırdöngüden kurtulmak için siyasetçilerin daha atak ve çözüm üreten bir tutum içine girmelerinin zamanı geldi de geçiyor. Siyasi alanla askeri alan arasındaki belirsiz çizgi netleştirilmelidir. Çözümün temel olarak siyasiler tarafından üretilebileceği, sorumluluğun asıl olarak onların sırtında bulunduğu ve yetkisinde olması gerektiği kabul edilmelidir.
Hep başa dönmekten kurtulmanın yolu, köklü bir anlayış değişikliğiyle mümkün...
Kaynak: Radikal