Tevazu kavramına biçilen anlam, çoğunlukla kavramı ters yüz edecek kadar yüzeysel alımlamalarla çıkıyor karşımıza. Herhalde mahrumiyetlerin sergilenmesinin ötesindeki derin anlamıyla tevazuyu, karşısındakiyle diyalog isteğini yansıtmak üzere kişinin kendi kendisini sınırlaması, gerektiği şekilde geri çekmesi olarak da anlayabiliriz.
Dilek Zapçıoğlu'nun Birikim'de 244-245. sayısında yayınlanan yayınlanan "Dietrich Bonhoeffer ve Ali Şeriati'de Sol İlahiyat'ın İzleri' başlıklı ilginç ve önemli yazısında, muhafazakârlıkla birlikte kurcalanan bir kavramdı, tevazu.
Tevazu kendinde mevcut olana yönelik bir sorgulama halini yansıtır, muhafazakârlık ise mevcut olanı korumaya yoğunlaşmış az çok tatminkâr bir zihni. Muhafazakâr zihnin kendinde var olanı belki bu varlığın duyurduğu memnuniyet nedeniyle de koruma çabasına karşılık, devrimci bir zihinde sürekli kendinde olan/olmayanlara yönelik tartışmanın yol açtığı bir tedirginlik hali hakimdir.
Açık ki muhafazakârlık şu dönemde Türkiye'de ifadelendirilmekte zorluk çekilene ve bir de "dindarlık" kavramıyla ilişkilendirilmesinde sakınca görülene ad oluyor. Bir zamanlar zorunlulukla "sağcılık" ve "muhafazakârlık" çatısı altında siyasal varlığını korumaya çalışan dindarlar, şimdi gönüllü olarak bu ikinci kavramın çatısı altına sığınıyorlar; bu çatının kendilerini görünmez ve anlaşılmaz kılacağının da umuduyla...
Ve öyle oluyor ki sığınılan kavram bütün görkemiyle ezip geçiyor kişiyi zaman zaman ve kendi kendisi için bile görünmez hale getiriyor.
Zapçıoğlu İstanbul 4. Levent'te yeni zengin bir Müslüman işadamı tarafından inşa edilen Sapphire Tower isimli bir gökdelenden söz ediyor yazısında. Dinin daima sınıfsal olduğu iddiasını bağıran bir yapıdır bu, yazara göre. Arka planında sahibini zengin eden varoş marketleri zinciri bulundurur. Kapitalizmin inancı bu dünyadan alıp da öte dünyaya taşıyan mantığını pekiştirir, güce ve görkeme dönük hırslar; dini bir iddiayı sahiplenseler bile. Bu gökdeleni gören derme çatma üç katlı boyaları dökülmüş sarı bir binanın içinde ise bir takım kadınlar kucaklarında çocuklarla ocak başında tenceredeki çorbayı karıştırmayı sürdürürler. Nurtepe İlkadım Kooperatifi, her sabah şehrin dört tarafına yayılarak başkalarının evlerini temizleyen, çocuklarına bakan, çayını kahvesini getiren mahalleli kadınların çocuklarının bakımı için kurulmuştur. Boş zamanlarında birbirlerinin çocuğuna bakmayı iş edinen bu kadınlar arasında, mahallenin şiddete karşı kurslara kapısını cömertçe açan imamı da vardır.
Zapçıoğlu yazısında işte bu karşıtlık üzerinden bir tartışma başlatıyor ve neticede, topluma, dünyaya aşağıdakilerin perspektifinden bakabilme ferasetini gösteren bir duyarlığı, solun dinle buluştuğu bir hayat görüşüyle ilişkilendiriyor. Bu hayat görüşünün felsefesinin izlerini ise Alman Protestan ilahiyatçı Dietrich Bonhoeffer ve İranlı İslamcı düşünür, teorisyen Ali Şeriati'nin fikir ve eylemlerinde araştırıyor. Sanki dini meseleler üzerine kafa yoran iki teorisyen açısından da, idealleri bağlamında hayal kırıklığına uğramanın önüne geçmek öncelikle sürekli kaynak metinlere dönmekte ve edinilen yeni bir görüyle, tazelenmiş bir duyuşla yeni bir ilahiyat kurmayı sürdürmekle olasıdır. Sol ve "direniş ilahıyatı" da tek bir çıkış noktasına sahiptir yazara göre: "Dünyaya aşağıdakilerin penceresinden bakma" noktasıdır bu..
Bir gökdelenin olabildiğine yalıtımlı dış cephesinden veya gözetleme kulelerinden olası mıdır, aşağıdakilerin penceresinin ışığını veya karanlığını görmek, peki...
Küreselleşmenin getirdiği hırpalanmada savunmacı bir pozisyona, izalosyanist bir çizgiye itilen müslümanların sesi, hakiki anlamıyla tevazu bir kenara bırakıldığı takdirde duyulabilir gibidir ancak; varoşlardan çıkarken merdivenleri hızla tırmanmaya adanan müteşebbis ruh, böyle bir kabulle kendini "ezilenlerin projesi" olarak hissediyor ve sunuyor olmalı.
Kalkınmayı sadece fiziki anlamda güç kazanımı amacına bağlayan zihin, toplumsal meseleler üzerine bir söyleşiyi sürdürecek şekilde katılım yeteneğini yitiriyor bir yerde, özeleştiri alışkanlığını da yitirdiği veya böyle bir alışkanlığa hiç sahip olmadığı için. Zapçıoğlu, diyalog isteğini tevazunun bir göstergesi olarak ortaya koyuyor. Çünkü karşısındakini dinlerken bir şeyleri anlayacağı veya değiştireceğine ilişkin kabul, kendinde eksik ya da fazla olana dair bir bilinçle olasıdır. İşte, Ali Şeriati de, neredeyse sınır tanımayan yeniden anlama (dinleme) arzusuyla diyaloğun önkoşulu olan alçakgönüllülük ilkesini içselleştirmiştir.
Ezilenlerin davasına adanma ancak içinde devrimci bir insan sevgisini ve saygısını var kılması ölçüsünde diyalog niteliğini taşır ve Bonhoeffer ile Şeriati işte bu "devrimciliği" gerektiren "toplumsallık kurucu, eylemci " olma iddiasına sahip sevgide buluşur; Zapçıoğlu'nun iki teorisyenle ilgili çözümlemesindeki çıkarımına göre. Ve böyle bir iddiayı sahici kılan da, başka insanların aşağılanmasına "kendine yapılmış gibi" bir hassasiyetle gösterilen itirazdır. Aşağılananların tarafında olmak, alt katlarda oturanların penceresinin ışığını veya kör karanlığı seçebilmek, dünyaya Sapphire Tower'da oturanlar arasından değil, o kuleyi yapan işçilerin arasından bakabilmekle olasıdır.
Zapçıoğlu'nun yazısı kuşkusuz izole bir yaşantıyı muhafazakârlıkla karıştırarak maddi ve manevi birikimlerini koruma veya saklama derdine düşmüş müslümanlar kadar, toplumsal meselelere yaklaşımlarındaki şematik yöntemlerin ruhsuzluğuyla başka türlü bir izalasyonu yaşamış olan solcuları da düşünmeye zorlayacak önemde tespitler içeriyor.