Türkiye'nin Ortadoğu politikasını belirleyen geleneksel çizgi; temelde bölgenin tarihine, kültürüne, stratejik önceliklerine rağmen bir tercih üzerine kuruluydu. Kısacası, Osmanlı bakiyesi coğrafya ve unsurlarıyla mesafeli durmayı önceleyen bir politika... Bu durum sadece Ortadoğu için değil Balkanlar için de geçerliydi. Türk dış politikasının sınırlarını da içine girdiğini varsaydığı çizgi medeniyetin sınırları belirliyordu. Ortadoğu, siyasi olarak canlandırılma riski taşıyan Osmanlılık ve Batı medeniyeti karşıtlığını temsil ediyordu. Bu muhayyel sınır Doğu'da ve Batı'da düşmanlarla çevrili olmak korkusunun somut haliydi.
Bu durum, tek taraflı olarak Türkiye'den kaynaklanan bir şey değildi doğal olarak. Bir sınır varsa bunun karşı tarafı da vardır. Sınır ya paylaşılan ortak bir çizgidir ya da arada her türlü iletişimi kesen bir duvardır. Her iki durumda da diğer taraf söz konusudur; yani Ortadoğu ülkeleri...
Türkiye'nin Ortadoğu'ya sırt çevirmesi, hatta Batılılar üzerinden bölgeye girmesi eleştirilirken bunun simetrisinin karşı taraf için de geçerli olduğu genelde göz ardı edilir. Türk dış politikasının medeniyet olarak değişimi esas alan köklü eksen değişiminin, benzer bir algılamayla ve benzer bir sonucu doğuracak biçimde Türkiye'ye karşı da geliştirildiğinin altını çizmek lazım. Her iki tarafın ortak paydası; bu dış politika tercihinin toplumsal mütekabiliyetinin ve meşruiyetinin tartışmalı olmasıdır. Her iki tarafın birbirlerine karşı geliştirdiği dış politikanın son derece elitist ve toplumsal mutabakatı tartışmalı olduğu söylenebilir.
Arapların Türkiye'ye karşı mesafeli durmalarının başlangıçta dini gerekçelerle meşrulaştırıldığı çok açık. Toplumsal hafızada "Türklerin dinden çıktıkları" söylemi bu eksen değişiminin en önemli dayanaklarından biri oldu.
Zamanla resmi söylemin taban bulması ve özellikle eğitimin yaygınlaşmasıyla Arap milliyetçiliği belirleyici unsur haline gelse de yine de belli kesimlerle sınırlı kalacaktır. Burada paradoksal olan taraf şu ki, Türkiye ile mesafeli olanlar, Osmanlıyı sömürgeci güç olarak algılayanlar; Batılı eğitim alan Batıcı seçkinler oldu daha çok. Türkiye Batıcı ideolojisi ve Batı'dan yana tercihinden dolayı Araplara mesafeli dururken, Arap ülkelerinin de Batılılaştıkça Türkiye ile mesafesi daha da açılıyordu. Arap milliyetçiliğinin bu parçalayıcı etkisi sadece Türkiye ile ilişkilerde değil, sanılanın aksine, Arap ulus-devletlerinin birbiriyle olan ilişkilerinde de birleştirmekten çok dağıtan, ihtilaf çıkaran bir işlev gördü. Özellikle her biri Arap liderliğine soyunan, Arap milliyetçiliğinin bayraktarlığını yapan liderler, bir Arap birliğini bile gerçekleştiremedi.
Türkiye'nin son on yılda Ortadoğu'ya açılması, nasıl coğrafyada kültürel ve tarihsel temelleri olan bir zorunluluk idiyse benzer durum Araplar için de geçerli olamaz mı?
Ortadoğu'da otoriter rejimlerin yerine toplumsal dayanakları olan yeni yönetimler gelecekse en başta dış politikada bunun yansıması görülmeli. Arap dünyası için belirleyici dış politika faktörleri; İsrail sorunu yani Filistin, yer altı zenginliklerin paylaşımı ve bir o kadar sembolik anlamı olan Türkiye ile ilişkilerin mahiyetidir.
Mısır'da, Tunus'ta İslamcıların iktidara gelme ihtimalinden korkanlar ya da bu ihtimalin korkusunu salanlar, aslında Türkiye ile Araplar arasındaki eski ilişki biçiminin ya da ilişkisizliğin devam etmesinden yana tercih kullanıyorlar denebilir. Zira Batıcı elit hala Türkiye'ye mesafeli durarak Osmanlı geçmişinin gölgesinden kurtulacağını, daha Batılı olacağını sanıyor. Tıpkı Türkiye'deki Batıcılar gibi...Arap dünyasını türk politikası bağımsız bir tercihten çok sömürgeciliğin izlerini taşır.
Oysa toplumsal tabanı ve Türkiye'ye yaklaşımı göz önüne alındığında bir şekilde İslami hareketlerin hem Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesine hem de bölgesel entegrasyona daha açık oldukları görülür.
Muhafazakar iktidara rağmen Türkiye'nin kendi stratejik tercihlerini Batı'yla birlikte kurduğu tartışılmaz bir realite. Bu durum bir çelişki olarak görülebilir. Ancak bölge dışı küresel güç merkezi/ler/nin Türkiye'yi adeta bölgede stratejik tutkal olmaya teşvik ettiği göz önüne alındığında işleyişin bu yönde olduğu görülür. Kısa vadede her iki tarafın da yararına olan bu yaklaşmada küresel aktörlerin hesabı ile bölgenin çıkarlarının örtüştüğü söylenemese de, bölgenin daha yumuşak bir geçişkenlikle bir arada tutulma ihtiyacı hem toplumsal desteği gerektiriyor hem de dünya şartları bunu dayatıyor. DEVAMI>>>