Aramızdaki soyut demir perdeler

Her birimiz kişisel tecrübemizin ışığında dünyaya ve insanlığa yönelirken çoğu zaman eksik, yetersiz kalan cümleler kuruyoruz. O cümleleri tamamlayan, ayın henüz göremediğimiz öteki yüzünün ışığıdır.

Hiç olmazsa, 200 yıldır önce Batı sömürgeciliğinin ardından emperyalizminin doğrudan yahut hileli yollarla sürdürdüğü taarruza karşı varoluş/var kalış mücadelesi üzerinden oluşan bir gündeme bağımlıyız. Bu şartlı gündemin gölgesi İslâm âleminde pek çok şeyden önce dinin nasıl anlaşılıp yaşanacağı konusundaki tartışmalara ve bunlar etrafında biçimlenen düşüncelere bir şekilde düşüyor. Kabul etmeliyiz ki, bizler modernizm sorgulaması ve buna bağlı tepkisel ağırlıklı gündem maddeleri yüzünden hak dinimizi ortak bir din usulüyle ve “mutedil” anlamı itibarıyla öğrenme şansından mahrum bir kuşaktık. Bu nedenle de çok karmaşık ve zor okumalarla “vasat ümmet” seviyesine ulaşmaya çalıştık. (“Vasat ümmet”in taşıdığı olumlu anlama karşılık bugün “vasat” kelimesi ağırlıklı olarak olumsuz bir halin ifadesinde kullanılıyor. “Mutedil” kelimesi de “vasat”ı tam olarak karşılamıyor. Ancak ideal ümmetin niteliği hayat dışı olmayan, yaşanabilir, teklifleri sağaltıcı bir içerik ve durumu, yapı ve programı ifade edebilmeli.)

Kavramsal düzeyde yaşanan karmaşa,nasıl bir ortam olursa olsun ideal ümmet açısından son kertede çok yönlü okuma ve düşünmeye dönük reddiyeyi güçlendiren puslu, daima kargaşayı çağıran bir ortamın güçlenmesi anlamına geliyor. Bu puslu ortam bizim ülkemizde özellikle 1928’deki Harf Devrimi ve kılık kıyafet devrimi benzeri sarsıcı dönüştürme siyasalarıyla daha da koyulaştı. Bu siyasalar, “Harf Devrimi”ni istisna tutarsak, sadece Türkiye’ye özgü tecrübeler olmaktan uzak. İran’da hicabın açılması olarak da bilinen kılık kıyafet devrimi yanı sıra “Ak Devrim” uygulamaları, Mısır, Irak ve Suriye gibi ülkelerde Baas Partisi benzeri nizam kaynaklarının toplumun İslâmî hayat görüşü ve tarzını dönüştürmeye dönük türdeş programları şiddet düzeyleri bir yana ortak özellikler gösteriyor. Elbette bu gelişmeler sadece Anglo-Saksonların egemen olduğu Ortadoğu’yla sınırlı da değildi, Sovyetler Birliğinde Müslümanların yaşadığı zulümleri önce roman yazarlarından ve giderek 1991 sonrasında biraz daha yakından tanıma imkânı bulduğumuz siyasetçilerden öğrendik.( Muhammed Salih, Çeçenler vb.) Balkanlarda Tito devrinde yaşananları ise bilge öncü Aliya İzzetbegoviç’in notlarından ve hatıralarından öğrendik.

Bu genel hatırlatmaya şu nedenle gerek duydum: İslâm’ı farklı mezhep ve meşrep kanalları üzerinden öğrenen kesimlerin dinin özellikle bu dünya ile ilgili olan hükümlerine ve ilkelerine yüklediği anlamlar sıklıkla çatışabiliyor. 1980’lerin başlarında İslam’ı yeniden öğrenmeye çalışan benim kuşağım yaşlı başlı gelenekçilerin “modernist”, “Şii” ve “Selefi” diye çok farklı etiketler yapıştırarak “dışarıda” tutmaya çalıştığı Seyyid Kutup, Mevdudi, Ali Şeriati vb. yazarların metinlerinde  birikmiş sorularına karşılık gelen “hayat verici” açıklamalar bulmuştur. İslâmcıların sistem tarafından baskı altında tutulduğu dönemlere özgü mağdur edilme ve mazlum bırakılma söylemiyle tahkim edilen eleştirel direniş ruhu, hayırlı işlerde yarışma yollarını açıyordu o dönemin gençlerine. Yaşanılan baskı, başkalarının acılarına dönük bir duyarlığı da güçlendiriyordu. 2000’lerin başlarında AK Parti’yi iktidara taşıyan toplumsal uzlaşım süreci, kendini geliştirmeyi sürdüren bu duyarlığa çok şey borçludur.

Her gençlik çağının kendi kurtarılacak uzak diyarları, kendi başucu kitapları, bunun yanı sıra duvarları ve tabuları var. 1980’lerin başlarında bir vapur yolculuğu sırasında İbni Teymiye okuduğumu fark edince beni kaba saba sözlerle protesto ederek salonu terk eden genç adam şimdi nerelerde acaba? Füsusu’l Hikem’den bir cümle aktardığımda beni şirke eğilimle suçlayan radikal genç kadın bugün nerelerde? Peki ya İslam ile “devrim” kavramının bir araya gelemeyeceğini savunarak İran devrimini İngiliz oyunlarına bağlayan o yaşlı adam...

Kişiler ve isimler değişirken konumlar pek az farklılık gösteriyor. O yazara atıfta bulunanın zihni “şirke bulanmış” sayılıyor, diğerinden bir cümle alıntılayanın ise “zihni modernizmle kirlenmiş.” Dünün devrimcileri bugünün reformistleri oldular. Parti siyasetini şirk sebebi sayanlar parti eleştirisini neredeyse dine ihanet sayar hale geldiler.

Küreselcilerin zulmüne karşı savaşmak üzere dünyanın dört bir tarafından bölgemize akan gençler ise biriktirdikleri “yıkıcı öfke”yle itiraz ettikleri zulmün araçlarının dilini yansılamayı sürdürüyorlar.

Küreselciler yıllardır Thatcher’in neoliberal kapitalizmi eleştirirken sarf ettiği “alternatif yok” sözüyle kuşatıyorlar etrafımızı. Küresel köycüler gibi insan hakları alanında faaliyet gösteren uluslar arası kurumların  adalet ve hakkaniyet alanındaki hegemonik tutumları da genç bilinçlerin öfkesini bileyen bir etki uyandırıyor.  Sömürgeciemperyalizmle birlikte Roger Garaudy’nin “kültürel intihar” olarak adlandırmayı tercih ettiği entegrizmin süren etkileri, öfkelerini bileyen sebepler bulmakta güçlük çekmeyen Müslüman gençleri basiretten uzak tutum ve tavırlara yönlendiriyor. Başkentlerden, üniversitelerden, Doğu ve Batı’dan, varoşlardan ve sitelerden, hapishanelerden ve kamplardan, sınır boylarından ve vize kuyruklarından yüklendikleri öfkeyle kendi “anayurt”larının arayışına düşüyorlar.

Yaşayan, yaşatan, hayatı ve ölümü anlamlandıran duru bir kaynaktır din; seni öldürmeye geleni sende dirilmeye sevk edecek çok boyutlu bir manzumedir. İslâm’ın karışıklık içinde bir dünyaya cevaplar sunabilmesi, kararlı veya dengeli bir ümmet oluşturmaya çağrılmış bizlerin umudu ve çabası olmasa nasıl mümkün hale gelebilir?

Dinin değil hurafenin izin bulduğu, “dine karşı din”in teşvik edildiği toplumlarda hurafelere karşı çıkış yöntemlerinin vardığı sonuçlardan birinin IŞİD “eylemlerinde” görüldüğü üzere nihilist bir yıkıcılık olması şaşırtıcı mıdır? Haklı olan dini hurafelerden arındırma işlemi öylesine uç noktalara taşınıyor ki boşalan arazi devrimci şiddet türü modern hurafelerin ayrık otlarıyla kaplanıyor. Oturup konuşmanıza izin vermeyen bir yüz duvarı var, karşısındakinin fikirlerini, inançlarını en baştan mahkûm etmekten ileri gelen bir önyargı, kibir, hatta tekfir etme hakkına duyulan inançla tahakkümcü, zorba bir nitelik kazanan bir din yorumundan söz edilebilir.

Saldırının üslubu sıklıkla cevabımızın üslubuna dönüşüyor. Yenik düşmüşlük hatta intikam algısıyla ortaya konulan acelecilik yüzünden çözüm ya da hedefe ulaşmanın kısa yolu yüzeyde seyreden “dehşet saçan”  yöntemlerle aranıyor.  Reaksiyon taklidi öne çıkarıyor.  Karşıtı aşmanın araçları amaca dönüşüyor.  Müslüman Müslüman’ın şerrinden korkar hale geliyor. Müslümanlığın biricik temsilcisi iddiasında öne çıkarılanın şerri, arayış içindeki bilinçleri şüphe ve korkuya sevk ediyor. Küreselciliğin getirdiği zulümlerin sorgulamasıyla koyulaşan intikam hissi, Asrı Saadet’in tecrübelerindeki hikmete derinleşmeye izin vermiyor.  İncelikler yadsınıyor veya somut hayatın talepleri hor görülüyor. Tefrika hevesi ve egemenlikçilik sevdası yüzünden zaten ideal ümmeti gerçekleştirme faaliyetlerinin fotoğrafı silikleşiyor.   

Azerbaycan’da yaşadığım yıllarda yazdığım mekânı Bakü olan  öykülerimden oluşan Azize’nin Son Günü’nde yer alan Şamil ile Patimat’ın İslâm’ı birdenbire öğrenip cihada birdenbire atılmış, aralarında Amerika kökenli gençlerin de bulunduğu kahramanları şimdi nerelerde acaba? Hayatı anlamlandırmaya yardımcı olan bağlamları kopmuştu, kan deryasında yüzüyorlardı ve bu kan deryası onların dünyayı, hayatı, insanlığı, özellikle de dinin meramını daha farklı görmelerine izin vermeyen akıntılarla kabarıyordu. Ateizm baskısı, emperyalizmin şiddeti, işgale ve saldırıya maruz kalanın özellikle Müslüman halklar olduğu kanısını güçlendiren sahneler, küreselleşmenin sebep olduğu yeni ve üşüten çatısızlık hissi, dini eğitim alanında imkânsızlıklar…  Küreselleşme ve örtük sömürü yollarıyla çoğalan zulüm sahneleri onlara  içinde bulundukları Sovyetler misali dağılan sistemlerin aslında ne kadar dışında olduklarını da hatırlatmıştı.

Emperyalizmin şiddeti üzerinden oluşan söylem kendini derinleştirip zenginleştirmediği takdirde  bilerek veya bilmeyerek varlığını bir karşıtlığın biçimlerine hapsetmeye götürüyor, İslâm’ı da biçimler üzerinden okuyan küreselcilik karşıtı Müslümanları. Yer yurt edinme veya Medine arayışının gerektirdiği sabır kadar iki taraflı okumalardan yoksunluk da  sinsi ve zorba düşmandan etkilenmelerin sebep olduğu bir sentetikleşmeyle sonuçlanıyor. Aramızdaki soyut demir perdeler akan kan nedeniyle sandığımızdan çok daha karmaşık ve bulanık. Bu soyut demir perdeleri nasıl aşmalı hatta yıkmalı?

Birbirimize ancak merhametle, kardeşlik duygularıyla yaklaşarak öğretebiliriz doğru yolun adreslerini. Kibir ve hor görü, tahakküm ve buyrukçuluk ise soyut demir perdeleri somuta dönüştüren inşaatın yapı taşları.

 Öfkenin hınca dönüşmesini engellemenin, haklı öfkeyi salih amele çevirmenin yolu tam anlamıyla sorumluluğu önce kendinde duymaktan geçiyor. Karakoç’un Hızırla Kırk Saat’inde geçtiği şekilde:

“ Öbürleri suçsuzdu

Çiçeğe yeni durmuşlardı. 

Suçlu bendim

Geç kalmıştım...

İslâm elbette bir tür ehlileştirilmiş sufizm yorumunun vazettiği şekilde çağdaş dünyanın meselelerine bir pansuman pamuğu olmakla açıklanacak kadar dar bir öğreti değil.  İbn Arabî okuyan, İbn Teymiye neler söylemiş, kitabından okusun ya da tam tersi İbn Teymiye okuru, İbn Arabî aslında ne demek istiyor, anlamaya çalışsın. Diğerinin sözlerine gözünü kapatmak, yoksullaşmaktır. Ne dünyayı ihmal ederek kendi içindeki evrende yaşamakla yetinen kişi ideal mücahittir denilebilir, ne de tam tersine iç âlemine yoğunlaşmayı, tefekkürü önemsemeden dünya ve ahret meselelerini çözümleyeceğine ve insanlığın kadim sorunlarına cevap bulabileceğine inanan, bu konularda ikna edici açıklamalar ve eylemler sunmayı başarabilir diyebiliriz. 1980’lerden bu yana yaptığım okumalar, katılım ve söyleşilerle sürdürdüğüm tanıklığım, kuşak olarak hurafelere karşı çıkma ya da ruhsuz dünyaya bir ruh sunma adına sürdürdüğümüz faaliyetlerin kararı ve ifadesi konusunda, İslami (kitabî) bilginin ve yorumların hayatla ilişkisini kurma yönünde ciddi sıkıntılarımız olduğunu düşündürüyor bana.

İşkence, Guantamano, Ebu Gureyb, Irak işgali, Suriye zindanları… Haksızlığa uğradığında adalet ararsın. Fakat kurulan bu mahkemenin adil olduğuna kim karar verecek? “…Bundan fazlasını talep eden cahiliye devri insanlarındandır” demişti Peygamberimiz (sav), Rahmet Tepesindeki hutbesinde. Küreselleşmenin yıkıcı yayılmasını, maddi medeniyetin tek boyutluluğundan ileri gelen açmazları, emperyalizmin sebep olduğu zulümleri yıkıcılığa indirgenen nihilist  bir İslâm anlayışıyla aşamazsın.

Yaşadığı acıları biricik kılmadan başkalarının acılarını anlayabilmenin kaynağına dönüştürendir takva sahibi Müslüman.Sadece tarihi okuyan toplumu okumakta geciktiği takdirde çorak bir vadiye kapatıyor tebliğini. Küfre karşı mücadelenin anlamını daraltırken yıkıcılıkta çözüm arayanın İslâm’a ihtiyaç duyan dünyaya sunduğu ise ancak umutsuzluğun yakıcı ateşi olmakla kalıyor.