Tüm dünyanın gözleri bugün Washington'a 40 dakika uzaklıktaki Annapolis üzerinde olacak.
1991'de Madrid'de toplanan Ortadoğu Barış Konferansı'ndan bu yana, bu kadar geniş kapsamlı, Ortadoğu barışını (Filistin-İsrail) amaçlayan bir toplantı gerçekleşmemişti. İkinci döneminin sonuna yaklaşan ABD'deki Bush yönetimi de hiç bu kadar kapsamlı bir Ortadoğu toplantısına ön ayak olacak ölçüde "elini taşın altına" sokmamıştı.
Bütün bunlara rağmen, Annapolis'ten barış yönünde umut verici bir adım çıkması yönündeki "beklentiler" hayli düşük. Daha da "ürkütücü" olanı, yakın geçmişin göstergelerine bakıldığında, başarısızlığa uğrayan barışçı çözüm girişimlerini, bölgede (Ortadoğu'da) "şiddet tırmanması"nın izlemiş olması. Buna en çarpıcı örnek, 2000'de Camp David'de Clinton-Yasir Arafat-Ehud Barak arasında yapılan üçlü görüşmenin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine, bir süre sonra "El-Aksa İntifadası"nın patlak vermesi ve Filistin-İsrail ekseninde 2004 yılı sonuna dek görülmemiş ölçüde kan dökülmüş olması.
Üstelik, o tarihte, "barış treni"nin yol alabilmesi için bölgesel ve uluslararası şartlar, bugünle karşılaştırıldığında çok daha elverişliydi. "Aktörler" de bugünkülere oranla çok daha güçlü ve şanslıydı.
Clinton'ın ve o dönemin ABD'sinin uluslararası itibarı, Bush'un ve bugünkü ABD ile kıyaslanamayacak kadar yüksekti. Yasir Arafat ile Abu Mazen'i (Mahmud Abbas) kıyaslamak bile gereksiz. Ehud Barak (şu sırada İsrail Savunma Bakanı) seçimden henüz çıkmıştı. Barak, adaşı, yolsuzluk skandalları ile sarsılmış ve "anti-Filistin" koalisyon ortaklarının payandasıyla ayakta kalabilen Ehud Olmert'ten çok daha güçlü konumdaydı.
2000'de Camp David'in elde edemediğini, 2007'de Annapolis'in elde edebilmesi, çok kişiye, gayet anlaşılabilir nedenlerle imkânsız gibi gözüküyor.
Geçen hafta İstanbul'da bulunan, Camp David döneminin İsrail Dışişleri Müsteşarı Alon Liel'e sorarsanız, Annapolis, bir "photo-op"tan, yani katılanların ABD Başkanı Bush ile birlikte bir anı fotoğrafı çektirmesinden öteye gitmeyecek.
Acaba, gerçekten öyle mi olacak?
*** *** ***
Bir "nihai" Filistin-İsrail barışının parametreleri belli:
1. İsrail'in 1967 sınırlarının gerisine çekilmesi,
2. İsrail'in boşaltacağı 1967'de işgal ettiği Filistin topraklarında -Batı Şeria ve Gazze- bir "bağımsız Filistin devleti"nin kurulması,
3. Kurulacak "bağımsız Filistin devleti"nin başkentinin Doğu Kudüs olarak belirlenmesi, ki, bu durumda İsrail'in 1980'de ilhak ettiği Doğu Kudüs'ten ve Kudüs'ün İsrail'in "birleşik, ebedi başkenti" olduğu savından vazgeçmesi;
4. 1948'de İsrail devletinin kurulmasıyla sonuçlanan savaş sırasında topraklarından edilen Filistinlilerle ilgili "mülteci sorunu"na bir çözüm bulunması;
5. 1967'den sonra Batı Şeria'da inşa edilen Yahudi yerleşim merkezlerinin statüsünün belli olması.
Tüm taraflar, -ABD ve hatta İsrail de dahil- bu "genel ilkeler"e itiraz etmiyorlar. Hatta, 1991'deki Madrid Konferansı'nın harekete geçirdiği "Oslo Barış Süreci"nin de içeriği bu idi. Ama "genel ilkeler" üzerinde uzlaşma, bir "nihai anlaşma" söz konusu olduğunda ve "ayrıntılar"a girildiğinde işlemiyor; hızla "birinci kare"ye geri dönülüyor.
Kuşkusuz, Annapolis'i düzenleyen ABD de Annapolis'e Amerikan daveti üzerine gidenler de bunu biliyorlar. Bu bakımdan, günümüz "konjonktürü" göz önüne alınırsa Annapolis'ten ne beklenemeyeceği ve aynı şekilde ne beklenebileceği konusunda da "gerçekçi" olmakta yarar var.
Bu toplantıdan, ne "aşırı kötümserler"in sandığı gibi "bir hiç" çıkacak ne de "aşırı iyimserler"in beklediği gibi Ortadoğu barış sürecine "yeni bir start" verilecek.
Gerçekçi bir beklenti ile şu sonuçların çıkması halinde, Annapolis, "görevini yerine getirmiş" sayılabilecek:
1. 1967 öncesi toprakları esas alan ve taraflar arasında toprak değiş-tokuşunu da öngören, Filistin toprakları üzerinde "iki-devlet"li çözüm ilkesinin teyidi;
2. Yeni Yahudi yerleşim merkezleri inşasının önlenmesinin kesin karar altına alınması;
3. Post-Annapolis müzakerelerinde Kudüs ve mülteciler sorunu konularının masaya gelmesinin taraflarca kabulü.
4. Annapolis'in ardından müzakerelerin bir takvim dahilinde başlayabileceği bir "mekanizma" üzerinde anlaşmaya varmak.
Ve bütün bunların bir şekilde ifadesini bulacağı bir "nihai bildiri"nin açıklanması. Zira, Annapolis'e gidene dek, Mahmud Abbas ile Ehud Olmert bunun üzerinde bile anlaşma sağlayamamıştı. Bu yüzden, ABD diplomasisinin, Annapolis'te "A Planı" yerine "B Planı"na ağırlık verdiği ifade edildi.
Dolayısıyla Annapolis'te başarı-başarısızlık ölçüsü, "B Planı" tutacak mı, tutmayacak mı sorusunun cevabına bağlı olacak.
*** *** ***
Annapolis'in, Ortadoğu'da çoktandır bir istasyonda duran bir trene benzeyen barış sürecinin tekrar harekete geçmesi için "mütevazı" ama "gerçekçi" sonuçlar verebilmesi, yokluğu nedeniyle toplantının en büyük zaafı ve eksikliği sayılan İran'la ilgili.
Ayak sürüyerek de olsa, Suudi Arabistan'ın toplantıya katılması, "Sünni Arap dünyası"nın kurumsal temsilcisi konumunda olan Arap Birliği'nin ilk kez böyle bir toplantıya katılacak olması, hatta Suriye'ye "kâğıt üzerinde" bazı tavizler verilerek Annapolis'e gelmesinin sağlanması, bunların tümü İran'a karşı bir "bölgesel mevzi" oluşturulması hesabından kaynaklanıyor. Aksi halde, Suudi Arabistan'la İsrail'i aynı masa çevresinde buluşturmak imkânsız olurdu.
ABD, Ortadoğu'da barış sürecinin önünde en önemli engel olarak İran'ı görüyor. İsrail, "kendi bekası ile" ilgili nedenlerle bir anlamda "varoluşsal" anlamda İran'ı "bir numaralı düşman" bellemiş durumda. Suudi Arabistan'ın ise İran konusundaki kaygıları, geçenlerde Ankara'da Kral Abdullah ile yapılan özel görüşmelere katılan bir kaynağın bize açıkladığına göre "tahmin edilebilenin de ötesinde."
Bu durumda, Annapolis'i "aleni bir başarısızlık"la sonuçlandırmamak, toplantıya katılan "baş aktörler"in, -ABD, İsrail, S.Arabistan ve bu arada Mahmud Abbas- çıkarına.
Peki, Gazze'nin Hamas kontrolünde olması, Hamas'ın Annapolis'te yer almaması ve karşı çıkması, Suriye'nin Annapolis'te bulunmasına karşılık, orada Golan sorununun görüşülmeyeceğinin bilinmesi, bütün bunlar, İran'ın yokluğu ve "husumeti" ile birleştirildiğinde ne anlama geliyor?
Annapolis sonrasında, çok bilinmeyenli, belirsizlik ve istikrarsızlık döneminin Ortadoğu'da devam edeceğine.
Ve bir de Türkiye'ye, post-Annapolis dönemde birtakım "işlevler" ve "görevler" düşeceğine. Bu konuda, Erdoğan hükümetinin göstereceği (ya da gösteremeyeceği) dirayet, Türkiye'nin istikrarını da yakından etkileyecek.
Annapolis, Türkiye için özellikle bu açıdan çok önemli.
Kaynak: Referans