Ancak kültür eken medeniyet umabilir

İnsan olmak, öğrenmeye yazgılı olmak demek. Alak Suresi’nin girişinde okumak ve kalemle öğrenmek ardı ardına zikrediliyor: “Gerçek şu ki insan fütursuzca azar, kendini yeterli gördüğü zaman.” Bu yeterlilik kanısı cehalet kadar, lâyıkıyla bilmeyi engelleyen bir kibirle de ilgili olabilir. Kendi zamanının öğrenme ihtiyaçlarının farkında olmayan bir eğitim sisteminin “hükema” yetiştirmesi beklenebilir mi? Hz. Ali’nin “evlatlarınızı kendi zamanlarına göre yetiştiriniz” şeklindeki tavsiyesini nasıl algıladığımız üzerine düşünelim: Evlatlarımızı hep “biz senin yaşındayken…”şeklinde başlayan uyarılarla “bizim gibi” olmaya çağırıyoruz. Kendi zamanlarının icaplarına göre yetiştirmemiz başka türlü bir zihin uyanıklığı ve çaba anlamına geleceği için, çoğu zaman yaptığımız onları kendi zamanımızın bilgisi ve terbiyesine, görgüsüne çağırmak.

Sokaktan, hayattan, tabiattan, şifahi kültürden beslenmeyen bir dil, bir bilinç kitabi bilgiyi de sınırlı olarak özümserken ekran çarpılması yaşayabilir. Oysa zengin beslenme kanallarının açıklığında ekran öğrenme yollarından bir yol olarak hayata –yeteri kadar- dahil olacaktır.

Mehmet Fatih Kutan’ın Ankara’da 20006’dan bu yana faaliyet gösteren ADAM (Ankara Düşünce ve Araştırma Merkezi) bünyesinde başlattığı söyleşi programını bu nedenle önemsedim ve –gripli olduğuma bakmadan- davetine icabet edip bir günlüğüne Ankara’ya gittim. ADAM katalog dağıtma yoluyla varlık oluşturmaya tevessül eden bir kurum olmayı seçmemiş. Kurucusu bir bilim adamı, Prof. Mehmet Bulut. Fatih Kutan’ın genç yaşına rağmen yıllardır sürdürdüğü bir ilim-irfan mücadelesi var. Şimdi de istiyor ki düşünen taşınan insanlara gündeme, tarihe ve topluma, hayata ve siyasete, kültüre ve medeniyete ilişkin başlıkları konuşup tartışacakları bir zemin oluşmasına katkıda bulunsun. Söyleşi ve etkinlikleriyle benim “ara alan bereketi” olarak isimlendirdiğim bir düşünsel etkileşim ortamı oluşturmayı amaçladığı kanaati edindim, konuşmalarımız sırasında.

İstanbul belediyelerin kültür merkezlerinin çabalarıyla bir bakıma kültürel faaliyetleri kanıksayan bir şehir. İçinde bulunduğumuz günlerde Üsküdar’da Dergicilik Fuarı var mesela; Sirkeci Garı Fuarı’nın çekimine sahip mi, Asım Gültekin’e sordum ve ilgide bir azalma olmadığını söyledi. Üsküdar bir geçiş alanı ve fuar şimdi bir de Marmaray kapısıyla bir imtiyaza sahip. İstanbul tabii imtiyazlarına fazla güveniyor. Ankara kültüre özen göstermek zorunda, bu nedenle de salonları İstanbul’a göre her zaman daha dolu oluyor.

“Ey iyi kalpli üvey ana” diyor Cemal Süreya Ankara için. Ulus’un Hamamönü yüzü resmi olmayan Ankara’nın tebessümümü sunuyor. Geçmiş yıllardaki bir yolculuğun ardından semtin bazı bölümlerindeki restorasyonda abartıya kaçan ışıltıyı eleştirdiğim oldu. Ancak ADAM’ın merkezi olan Sarı Kadı Medresesi’nin bulunduğu sokak sıcak, özünü korumuş bir yenilenmeye özgü hoşluğu duyurdu bana. Doğrusu grip halsizliğine karşılık duyurulmuş bir toplantıyı iptal etmeyi istemediğim için güçlükle ulaştım Ankara’ya. Çok şükür ki Sarı Kadı Medresesi’nde yaşadığım sıcak karşılaşma ve Kutan’ın soruları iki saatlik söyleyişi sürdürebilme gücünü verdi. (Sarı Kadı Medresesi tamamen ortadan kaybolduğu halde 2012 yılında Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından aslına en yakın haliyle yeniden inşa edilmiş.Boş araziye bir yapı inşa etmek niyetiyle hafriyat yapıldığında medresenin temel kalıntılarına denk gelen vakıf yetkilileri arşive yönelerek daha önce burada vakfedilmiş bir medrese olduğunu öğrenmiş, arşiv belgelerinden ulaşabildikleri bilgi-belge ışığında medreseyi yeniden inşa etmişler. Bunları bana daha sonra merkezin gönüllü çalışanlarından Yunus Emre Aydınbaş anlattı.)

 Panelleri pek sevmem, konferanslarda nadiren sıkılmayabilirim, sempozyum ve atölye çalışmalarını ise doğurgan ve neşeli bulurum. ADAM söyleşisinde Mehmet Fatih Kutan’ın başvurduğu usul konuşma gerginliğini yazardan alarak dinleyiciyi de akışa katan açıklığıyla bana çok sıcak geldi. Katılımcıların söyleşi başlıklarına dönük ilgisinin kültürel anlamda yaşadığımız durağanlığın oluşturduğu tedirginliği birlikte konuşmaya yüreklendirdiğini söyleyebilirim.

Söyleşi geçen Nisan ayında yayımlanan “İslamcılık-Eksik olan artık başka bir şey” kitabım etrafındaydı, ancak Fatih Kutan kitapla ilgili pek dile gelmemiş sorulara yoğunlaşacak şekilde sorular hazırlamıştı: “Fatıma Fatıma’dır”ın “Müslüman kadın” üzerine düşüncelerimdeki tesiri, Müslümanlara ve özellikle Müslüman kadınlara yönelik “kapalı” nitelemesinin nasıl anlaşılabileceği, kentsel dönüşüm ve mahallenin yitimi arasındaki ilişkinin sorunları… Tanıl Bora’nın İranlı ve Türkiyeli İslamcı aydınların tefekkürleri arasındaki farkta belirleyici özelliğe sahip müstemleke olma/olmama tecrübesinden ileri gelen güven/güvensizlik üzerine tespitleri, Türkiye İslamcılığının sorunlarını uzak coğrafyalar üzerinden okuma alışkanlığının ardından şimdilerde yaşadığı farklı zor tecrübe, tek bir türde İslamcılığın olmaması, İslamcılığın giden ve gelen dalga özelliği, şimdilerde yaşanan geri çekilmenin nasıl değerlendirileceği, eleştiri ve tefekkür faaliyetlerinin özgürce sürdürüleceği siyasal otoriteden bağımsız bir ara alanın gerekliliği…

Dünya Bülteni’nde geçen hafta yayımlanan “Geçmişin kötülükleri bugünün iyiliklerine nasıl dönüşebilir?” başlıklı yazımla Al Jazeera sitesinde yayımlanan “AK Parti’nin kültürelliğinin sorunları” başlıklı yazım etrafında şekillendi söyleşi diyebilirim. AK Parti hiç mi doğru bir iş yapmıyor ki bu denli şiddetle eleştiriliyor? Katılımcılardan Esra Ekinci bazı aydınların AK Parti’yi maruz kaldığı zorlukları göz önünde bulundurmadan acımasızca eleştirmesini nasıl değerlendirdiğimi öğrenmek istedi. Bu yazılarımda da yer verdiğim görüşlerimi kısaca dile getirdim. AK Parti’yi Türkiye’nin siyasal, toplumsal ve kültürel alanlarda bir tıkanma yaşadığı dönemde iktidara getiren İslamcı dalgayı önemli kılan özelliklerini açmaya çalıştım. Halkla buluşma, sistemin baskılarından kaynaklanan bir tür eleştirel düşünce alanına dönük anlayış, kadınları erkeklerle yol arkadaşı kılan dini yorumlar, İslam’ı öğrenme sorumluluğu etrafında şekillenen etkinliklerin sağladığı kitap sevgisi… Bu dalgayı ileri taşıyan nitelikleri siyasallığı toplumsallıkla birlikte ele alan hareketliliğiydi öncelikle. En az kırk yıl boyunca kadınlar ve erkekler gecekondulara giderek yerleşme sorunlarıyla cedelleşen ahaliyle yüz yüze söyleşiler gerçekleştirdiler. Kibirli narodnikler gibi değil halktan öğrenmeye çalışan dava erleri misali çalıştılar. MGV programları çerçevesinde ben de birçok kez gecekondu mahallelerine konuşmalar yapmaya gittim.

İslamcı düşünceyi besleyen kültürel kaynakların AK Parti hükümetleri boyunca siyasete aktarılmasının sebep olduğu sorunlara da değindim tabii. Rosa Luxemburg’un Lenin’in “Ne Yapmalı” isimli kitabını eleştirirken dillendirdiği, merkezi hiyerarşinin bedelinin kültür-sanat alanında verimliliğin ve aşağıdan gelen önceliğin kaybedilmesi olduğuna dair tespitini hatıra getiren bir sıkıntıdan söz etmek gerekiyor. Dolayısıyla siyasetle tefekkür arasında eleştirinin gelişmesine izin vermeyen türde bir mesafe kaybı bugün AK Parti için büyük bir sorundur. Kültür ve sanat alanında en az iki kuşağa kendini geliştirme imkanları sunan Bilim Sanat Vakfı’nın kurucu ve hocalarından olan Prof. Ahmet Davutoğlu’nun, bu sorunun çözümü yönünde gerçekçi adımlar atmasını umduğumu da belirttim söyleşi sırasında.

Doğrusu salonda çok farklı kesimlerden gelen “İslamcılar” vardı. Partici, partiyi eleştiren, Milli Görüşçü, kendini sadece “Müslüman” olarak tanımlayan veya herhangi bir sıfatla tanıtmadan öğrenme yollarına düşmüş katılımcılardan gelen, not edebildiğim bazı sorular şöyleydi: Kültürel yoksullaşma izleniminizin sebepleri nelerdir? 28 Şubat’la birlikte yaşanan değişimin İslamcıları hayal âleminde yaşamaktayken demokratik normatif müreffeh devlet tasarımıyla somut ve global düzenle uzlaşmaya açılan bir yapılanmaya sevk ettiğinden söz edilebilir mi? Ömer Burak Tek, faizi bir sorun olarak konuşmuyor olmanın problemleri etrafında sorular sordu. Esra Sağlam kadınların modernlik ve gelenek arasındaki sıkışmışlığının günümüzdeki anlamları üzerine düşüncelerimi öğrenmek istedi. Zafer Baral entelektüele ihtiyacımız var mı, bunu tartıştı. Selim Atlıhan devleti kutsal ve tartışılmaz kılmanın problemleri üzerine bir değerlendirme yaptı, Esma Demirtaş yazar olarak nasıl çalıştığım üzerine sorular sordu.

“Eksik olan artık başka bir şey”dir, durduğumuz yerde donup kalmamak için o eksiği/eksikleri fark etmek çaba ister ; bunu olabildiğince konuştuk. Bütün söyleşilerde olduğu gibi bir yarıda bırakma hissiyle ayrıldım salondan. Değini ve atıflarda adı geçen Ali Şeriati’nin dediği gibi: “Konuşmaya daha başlamamıştık ki yarıda bırakmış olalım.” ADAM söyleşileri ihtiyaç duyduğumuz başlıkları tartışmaya açacak şekilde devam eder umarım.