Yılbaşından beri Türkiye'nin politik gündemini Anayasa reform paketi belirliyor. Ekonomi, dış politik önemli gelişmeler, AB süreci, sosyal meseleler, hatta Türkiye'nin geçen yıllarda ana gündem maddesi olan Kürt açılımı veya başörtüsü gündemden düşmüş durumda.
Reform paketinin Türkiye kamuoyunu bu denli meşgul etmesi, sadece bu konu etrafında Türkiye'nin kutuplaşmasını değil, AB sürecinde Türkiye politikasından sorumlu kurumları da konuya eğilmeye, yakından bakmaya ittiği gibi, bu konuda görüş bildirmeye zorluyor.
Meselenin bu derinlikte tartışılması 1982 Anayasası'nın gerçekleştirilen tüm değişiklik ve reformlara rağmen, giderek modernleşen ve demokratikleşen Türkiye'nin gerçekleri ile derin çelişki içerisinde olduğunun bir bakıma göstergesidir diyebiliriz. Tüm analizler, kısmi reformlarla 1982 Anayasası'nın baskıcı ve antidemokratik ruhunu aşmanın mümkün olmayacağını gösteriyor. Bu kapsamda iyi haber, muhalefet dâhil, artık hiç kimsenin 1982 Anayasası'nı savunmaması, farklı düşüncelere rağmen yeni bir anayasa gerektiğini teslim etmesidir. Zira bu Anayasa kendi içerisinde kapalı ve Türkiye'nin temel sorunlarını inkâr politikası ekseninde şekillendirilmiş bir anayasadır. Durum böyle ise tartışılan paketi yeterli ve olumlu bulmak veya desteklemek mümkün müdür, sorusunu göz ardı etmek imkânsızlaşıyor.
Referandum gibi önemli bir politik kurumu bile devreye koyacak ve ülkeyi aylarca meşgul eden bir projenin "büyük" olması, şüphesiz "küçük" olmasından daha kârlıdır. Benim bu analizden çıkardığım sonuç, gelecek yıl yapılacak seçim kampanyasını başlatan ve bu seçimlerin gölgesinde gerçekleşen anayasa tartışmasının seçimlerden sonra yeni bir anayasa için ön tartışma ve bir nevi altyapı olmasıdır. Türkiye'nin 1982 Anayasası'nı değiştirerek temel politik sorunlarına çözüm üretmeden AB üyesi olabilmesi oldukça zordur.
Büyük bir ihtimalle referanduma giden süreç Türkiye'de herkesi tavır koymaya zorlayacak, "evet" veya "hayır" demek zorunda bırakacaktır. Bu yüzden hükümetin teklif ettiği pakete yakından bakmak ve tavrımızı belirlemek zorundayız. Paketin içeriği konusunda tavır oluşturmak oldukça kolay olduğu kadar, politik seçim gerektiren temel bir meseledir. Muhalefetin de destekleyeceğini söylediği, insan haklarını, kadın ve çocuk haklarını güçlendiren, sendikal haklar konusunda ILO standartlarının kapısını açan anayasa maddelerini hedef alan değişiklikler konusunda zaman kaybetmeye gerek yok sanıyoruz. Zira bu maddelere karşı pek ciddiye alınır bir muhalefet yok. Fakat bu maddeleri Türkiye'de yer yer tartışıldığı gibi pakete "süs" olarak alınmış addetmek, doğru olmaz. Bugün geçerli Anayasa'nın en zayıf yönü, özünde bireylerin devlet karşısında nerede ise savunmasız durumda olmasıdır. Bu yüzden azınlıkların, kadınların, çocukların, sendikal hakların reform paketine alınmış olması hukuk devleti ve demokratikleşme süreci için önemlidir. Kaldı ki bu reformlar olmadan müzakere sürecinin önünü açmak mümkün değildir, sosyal politika faslında olduğu gibi.
PARTİ KAPATMALARI ZORLAŞTIRMAK ÖNEMLİ BİR ADIM
Her neyse, Türkiye kamuoyunu cepheleştiren sorunlar bu konular değil, politik partilerin yasaklanmasını zorlaştıran, askeri sivil mahkemelerin denetimine alan ve genel olarak yargı reformunu içeren değişikliklerdir. Barikatın hangi tarafında olduğunuzu bu konularda tavır koyarak belirlemek zorundasınız. Kendim, geçen yıla kadar Avrupa Parlamentosu İnsan Hakları Komisyonu başkanı olarak bu konuda uluslararası anlaşmalardan esinlenerek ilerlemenin önemli olduğuna inanıyorum.
Siyasi partilerin yasaklanmasını zorlaştıran ve Meclis'e bu konuda belirleyici bir yetki veren değişiklik, Türkiye'nin Avrupa demokrasilerine doğru attığı önemli bir adımdır. Venedik Komisyonu siyasi partilerin kapatma kararının bağımsız savcılardan alınıp parlamentoların sorumluluğuna verilmesi konusunda ısrar ediyor. Zira siyasi partilerin kapatılması kural dışı bir gelişme olarak algılandığı gibi, bir tek kişinin sorumluluğuna bırakılamayacak kadar önemlidir.
Bugün politik sonuçları açısından AK Parti'nin kapatılmış ve Cumhurbaşkanı Sayın Gül ve Başbakan'ın politik yasak altında olduğu bir Türkiye'yi hayal bile etmek istemiyorum. Böyle bir senaryo sadece AB süreci açısından değil, genel olarak bir nevi politik kâbustur diyebilirim. Sayın Ahmet Türk'ün Samsun'da yaşadığı saldırıyı başkanı olduğu DTP'nin kapatılmasından bağımsız düşünmek ne yazık ki mümkün değildir. Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk gibi kolay yetişmeyen kişiliklerin politikadan men edilmesi ve milletvekilliklerinin düşürülmesi kabul edilir bir olgu değildir. Bu yüzden bir gün önce bu sorunun aşılması Türkiye'de siyasi yaşamın garanti altına alınması gerekmektedir.
Türkiye'de siyasi yaşamın normalleşebilmesi için şüphesiz %10 seçim barajı mutlaka kalkmalıdır. Geleceğin sorunlarına genelde bugün politik olarak "azınlık" yer yer "marjinal" olarak algılanan hareketlerin doğru çözümler ürettiği tarihin bir nevi gerçeğidir diyebiliriz. Ben bugün eşbaşkan olarak uzun zaman %10 barajını yakalayamayan bir partinin milletvekili sıfatı ile bu tür bariyerlerin ne anlama geldiğini gayet iyi kestirebiliyorum. Bugün hiç kimse çevre meselesinin toplum en önemli sorunlarından biri olmadığını iddia edemez herhalde. Bu anayasa reformu şüphesiz bu %10 baraj sorununa cevap vermiyor. Gerçi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi % 10 barajın konvansiyonu ihlal etmediği sonucuna varsa da, aynı mahkemenin bu barajın Avrupa Konseyi'nde en yüksek baraj olduğunu ve aşağıya çekilmesini tavsiye etmiş olması da göz ardı edilemez.(bak. AHIM Yumak and Sadak vs Turkey 10-03-07)
BİR ORDUNUN SİVİL DENETİM DIŞINDA OLMASINI HAYAL EDEMİYORUM
Askerî personelin sivil mahkemelerin denetimine alınması konusunda ise zaman kaybetmeyelim. Hükümetin bu konuda Meclis'ten geçirdiği, fakat Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen kanun değişikliğini desteklemiş, hukuk devletinde "dokunulmaz" hiçbir zümrenin olamayacağını vurgulamıştık. Zaten hiçbir mantık silahlı ordu mensuplarının sivil mahkemelerin denetimi dışında tutulması gerektiğini bir demokraside savunabileceğini hayal bile edemiyorum. Avrupa standartları askerî mahkemelerin yetkisini askerî meselelerle sınırlı tutmaktadır. Darbeler yaşamış, darbe girişimleri ile çalkanan bir ülkede, Silahlı Kuvvetler'in denetlenmesi en önemli politik bir hedef olmalıdır. Sayısal bakımdan benzer büyüklükteki yine seçkin insanlardan oluşan "eğitim ordusunun" herhangi bir ülkede darbe yaptığını hatırlamıyoruz. Ordu silahlı olduğu için daha sıkı demokratik ve hukuksal bir denetim altında olmalıdır.
Yargıyı hedef alan reform aynı zamanda benim ülkem Fransa'da da önemli bir mesele. Fransa'da yargının bağımsızlığı tehlike altında olurken, Türkiye'de yargının nasıl şeffaf, bağımsız ve tarafsız olabileceği ana sorunu oluşturuyor. Bu kapsamda yargının demokratik denetimi de önem kazanıyor.
Belki bugün Türkiye ve Fransa'nın temel haklar konusunu farklı şartlarda gündemlerine almış olduklarına dikkati çekmekte yarar vardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Fransa'da savcıların yeteri kadar bağımsız olmadığı sonucuna varmış ve Fransa'yı uyarmıştır. (bak. AHIM Medvedyev and Outers vs. France 03-29-10) Sarkozy'nin Türkiye konusunda Avrupa demokrasisine işaret etmesi İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararı göz önüne alındığında bir nevi saflık olarak yansıyor, zira güven sorunu sadece Türkiye'ye özgü bir sorun değildir. Parlamentonun adli kurumların şekillenmesinde söz sahibi olması, Anayasa Mahkemesi'nin bireylerin başvurularına açılması önemli ve olumlu bir reform oluşturuyor. Fakat bakan ve müsteşarın yargının bağımsızlığı ve kuvvetler ayrılığının gerçekleştirilebilmesi için Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'ndan mutlaka çekilmesi gerekmektedir. Fransa-Türkiye örneği yargının genel olarak bir Avrupa sorunu olduğunu ve sürmekte olduğunu gösteriyor.
Sonuç olarak hükümetin reform projesi belki ilk ve eksikleri olan bir adımdır, fakat doğru bir yoldur. Yeni bir anayasa tartışmasına doğru önemli bir adım olarak görmek istediğimiz bu süreç, canlı bir toplumsal katılımın geniş olduğu bir demokratikleşme projesine dönüşür.
Hélène Flautre AB Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı
Kaynak: Zaman