Anayasa Mahkemesi'nin Resmî Gazete'de yayımlanan "367 gerekçesi", "demokratik hukuk devleti"nin ağır bir "yargı darbesi"ne maruz kaldığını tescil etti. Demokratik sisteme yönelik ilk defa bir askerî müdahale ile değil bir yargı müdahalesi ile karşılaşmış olduk.
Anayasamızın meşhur ikinci maddesi Türkiye Cumhuriyeti'ni "demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti" olarak tanımlıyor. Gözden kaçan husus "demokratik, laik ve sosyal" sıfatları ile "hukuk devleti"nin tanımlanıyor olması. Aslolan, bir "hukuk devleti"nin mevcudiyeti. "Laik" hukuk devleti, aslında hukuk devletinin zaten bünyesinde barındırdığı vazgeçilmez niteliği ifade ediyor. "Hukuk" eşitlik prensibini içerir. "Kanun önünde eşitlik" sağlanmadan hukuk devleti gerçekleşemez. Laiklik ise dinî ve felsefî inanç farkı gözetmeden devletin bütün vatandaşlarına eşit davranmasını düzenlediği için, laiklik prensibi olmadan da hukuk devletinden bahsedilemez. Geriye "demokratik hukuk devleti" kalıyor. Demokrasi, siyasî iktidarın belirlenmesine dair bir prensibi yani, "iktidarın halk tarafından belirlenmesi" prensibini içeriyor. Böylelikle hukuk devleti bütün rükunları ile, halk tarafından belirlenen iktidar dışında hiçbir iktidara meşruiyet tanımayan bir devlet haline gelmiş oluyor. İktidarın sahibi olan halk ile, halkın da hep birlikte uyması gereken hukuk kuralları arasındaki bütünlük "demokratik hukuk devleti" aracılığıyla sağlanıyor. Demokrasi, hukuku olan yani "insan haklarına, özgürlüklere ve eşitlik prensibi gibi evrensel hukuk prensiplerine riayet eden halkın yönetimi" olarak hukuk ile sınırlanmış oluyor. Bu sınırlamayı anayasa ile yapıyoruz. Halka dayanan iktidar bu kuralların dışına çıkıp kural tesis etmeye kalktığı zaman, o zaman Anayasa Mahkemesi devreye girip anayasanın vazettiği hukuku iade ediyor. Peki Anayasa Mahkemesi demokrasiyi rafa kaldırdığı zaman, halkın, yani çoğunluğun yönetmesi prensibini ilga ettiği zaman ne oluyor? "Anayasal Demokratik Düzen" doğrudan yüksek yargının müdahalesi ile yerle yeksan oluyor. Mahkeme'nin 367 kararından sonra demokratik sistemin işlemez hale gelmesi ve doğrudan bir rejim (sistem) bunalımı ile karşılaşmamız bu "darbe"nin eseri değil mi?
Yöntem açısından Mahkeme'nin, 7'ye 4 reddettiği görevsizlik başvurusundan sonra 9'a 2 verdiği 367'ye dair yürütmeyi durdurma kararının bir açıklamasının bulunması lâzım. Yüksek Mahkeme'nin iki üyesi, bu iki aşamada nasıl fikir değiştiriyor? En önemli sorun "demokratik hukuk devleti"nin aldığı derin yara. Demokrasi halkın yönetimidir. Halk her zaman hemfikir olamayacağı için demokrasi gerçekte çoğunluğun yönetimidir. Çoğunluğun haklı olması, azınlığın haklı olma ihtimalinden daha yüksek olduğu için yönetim çoğunluğa verilmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin kararı açıkça demokrasinin en temel esasına yönelik bir ihlaldir. Çoğunluk prensibi ihlal edilince geriye azınlığın yönetimi geçmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin yayımladığı gerekçe işte bu azınlık yönetimini temellendirme amacı taşıdığı için, gerekçenin kendisi de demokrasiyi reddetmektedir. Anayasa Mahkemesi, demokrasinin çoğunluk prensibine karşı uzlaşmayı değil, azınlık iktidarını getirmektedir.
"Demokratik hukuk devleti"ni ortadan kaldıran Anayasa Mahkemesi kararı, 61 Anayasası dönemine geri döndüğümüzü gösteriyor. 61 Anayasası, halka güvensizliğe dayalı bürokratik egemenliği tesis etmek için bir yandan yasama organını iki başlı hale getirerek işlemez hale getirmiş, diğer taraftan da icranın elini kolunu bağlamıştı. Anayasa Mahkemesi gerekçesinde yer alan 102 yorumunda "cumhurbaşkanı seçiminde uzlaşma"nın temel alındığı tezi, son üç cumhurbaşkanının uzlaşma olmadan seçilmesini açıklamıyor. Anayasa Mahkemesi'nin "367 kararı"nın Türk siyasî tarihine, demokratik hukuk devletine yönelik ağır bir müdahale ve bir darbe niteliği taşıdığı, gerekçe metni ile kayıtlara geçmiş oluyor. Şimdi sorun, yıkılan demokratik sistemi yeniden ayağa kaldırmak. Neyse ki bu görev önümüzdeki seçimler ile halka veriliyor.
Kaynak: Zaman