Anarşi ya da hegemonya

Eşitliği herkes sever: Etnik eşitlik, sınıfsal eşitlik, cinsiyet eşitliği vs. Asıl problem genellikle sağlanamayan jeopolitik eşitliktir. Yüzyıllar alan süreçte Avrupa belli başlı büyük devletler arasında sıklıkla güç dengeleri sistemine atfedilen genel hatlarıyla eşitliği kurdu. Bu eşitliğin inşası, ardı ardına yaşanan savaşlara neden olmuştu. Diğer taraftan Doğu Asya'da, 14. yüzyıldan 19. yüzyılın başlarına kadar, genelde Çin'in baskın karakter olduğu bir haraç sistemiyle ilişkiler düzenlenmişti. Bunun sonucu olarak, Güney Kaliforniya Üniversitesi öğretim üyesi siyaset bilimci David C. Kang'e göre, Asya'da Avrupa'da olduğundan daha fazla barış iklimi hakimdi.

Tiran olsun veya olmasın bir sınıfın veya diğerinin egemenliği, hiçbir gücün sorumlu olmadığı, yani kimsenin borusunun ötmediği bir sistemden daha fazla savaşı önleme şansına sahiptir. Çünkü, belki Amerika'nın en seçkin realistlerinden biri olan Kolombiya Üniversitesi'nden Kenneth Waltz'ın dediği gibi, "anarşi"nin zıddı istikrar değil "hiyerarşi"dir.

Hiyerarşi eşitliğin içini boşaltıyor; hiyerarşi açıkça bazılarının diğerlerinden "daha eşit" olduğunu ima ediyor. Bu ise, birinin, birkaç devletin ya da grubun diğerlerinden daha fazla güç ve otoriteye sahip olduğu, ama aynı zamanda kaosu önleyen, usule uygun eşitsizliktir. Bu eşitsizliğin kendisi çoğunlukla barış koşullarını da oluşturur.

Hükümet hiyerarşinin en yaygın biçimidir. Bu hükümet, verili coğrafi bir bölgede şiddet kullanma tekelini elinde bulundurur ve dolayısıyla anarşiyi önler. 17. yüzyılda yaşamış İngiliz filozof Thomas Hobbes'dan alıntı yapacak olursak; kötü olanı cezalandırma imkanı bulunan durumlarda doğrunun ve yanlışın hiçbir pratik anlamı kalmaz ve bu, "bazı zorlayıcı güçleri" gerektirir.

Eşitsizliği en iyi temsil eden hegemonyadır. Öncelik, salt askeri veya ekonomik gücün baskınlığındaysa, Kang'e göre, hegemonya "meşrulaştırmayı ve uzlaşıyı devreye sokar". Bu noktada hegemonyanın, diğerlerinin egemen güçten öncülük beklediği, üzerinde-anlaşmaya varılmış-eşitsizliğin bir biçimi olduğunun altı çizilmelidir. Eğer egemen (hegemon) öncülük yapmıyorsa bu sorumsuz bir davranış olacaktır.

Elbette ki egemen, medya söyleminde kötü bir itibara sahiptir. Fakat bunun sebebi, gazetecilerin, önceki tarihsel dönemleri kendi muhafazakar standartlarına göre kutsiyet taslayarak yargılamalarından ve kavramlar hakkında kafalarının karışık olmasından kaynaklanmaktadır. Aslında neredeyse tüm insanlık tarihi boyunca görece barış dönemleri hep herhangi bir sınıfın hegemonyasının ürünü olmuştur. Bunun yanı sıra birçok dönem için, içinde yaşadığımız çağın standartlarına göre, hegemonik veya imparatorluk gücünün hükümranlığı en özgürlükçü olanlardır. Roma, Venedik ve Britanya genellikle kendilerine karşı olan güçlerden daha özgürlükçü olmuşlardır. Avusturya Habsburg İmparatorluğu Orta ve Doğu Avrupa'da azınlıkların haklarını korumada ve etnik savaşları önlemede modern devletlerin başardığından çok daha büyük ölçüde başarılıydı. Osmanlı İmparatorluğu da Balkanlar ve Ortadoğu'da benzer bir rol üstlendi. Bir taraftan fetih politikası, bir taraftan engizisyonla İspanya Habsburg'u örneğinde olduğu gibi, tabiî ki bu durumun istisnaları da mevcuttur. Dolayısıyla altı çizilmesi gereken nokta; hegemonyanın, egemenliğin tiranlığın veya mutlakıyetçiliğin önkoşulu olmadığıdır.

İstikrar şeylerin doğal düzeni değildir. Aslında tarih, istikrarın genel hatlarıyla emperyal egemenliğin bir işlevi olarak var olduğu kadar diğer taraftan hiyerarşinin yaygın bir biçimi olduğunu da göstermektedir. Habsburg, Osmanlı, Sovyet imparatorluklarının çöküşü ve Britanya imparatorluğunun Asya ve Afrika'da hüküm sürmesiyle kronik savaşlar ve kargaşa da baş gösterdi. Bazı idraksiz yorumcular bize bütün imparatorlukların kötü sonlandığını söyleyip duruyor. Elbette ki öyledir, ama on yıllar ve hatta yüzyıllar boyunca görece barışı sağladıktan sonra...

Açıkçası bütün imparatorluklar etik olarak eşdeğer değillerdir. Örneğin, Avusturya Habsburg İmparatorluğu, kendi zamanında Sovyetler Birliği'nden çok daha fazla tolerans sahibiydi. 1917 yılında Lenin'in Bolşevikleri Petersburg'da Romanov hanedanının yerini almasaydı Rusya'nın 20. Yüzyıl boyunca izlediği yol çok daha insancıl bir çizgiye evrilirdi. Bu sebeple sadece genel anlamıyla düzenin karışıklığa tercih edilebilir olduğunu söylüyorum. (Aklı çelen ince örnekler çok olsa da...  Örneğin, Napolyon bir imparatorluk oluşturarak Fransız Devrimi'nin ideallerine ihanet etti. Fakat bununla birlikte Yahudilerin ve Protestanların haklarını tanıdı ve doğuştan getirilen imtiyazlılığın üzerinde ehliyete dayalı bir sistem tesis etti.)

Ne olursa olsun böyle bir düzen hiyerarşik egemenlikten geliyor olmalıdır.

Doğrusu İkinci Dünya Savaşının sonundan itibaren yakın zamana kadar Amerika Birleşik Devletleri dünya politikasında egemen bir rol üstlendi. Amerika kendi topraklarında demokratik olabilir, ama diğer bölgelerde hegemonik idi. Şöyle ki, genel hatlarıyla ortaya çıkan uluslararası muvafakat kıstasına göre, Amerika öncülük yapma sorumluluğuna sahip.

Amerika Pasifik havzasında deniz ve hava güçleriyle baskın bir egemenlik uygulamakla birlikte Avrupa'da NATO'yu şekillendirdi. Diğer yandan gelişmekte olan dünyada bazı insani felaketler meydana geldiğinde kendisinden sorumluluk alması beklendi. Periyodik olarak Amerika başarısız oldu. Fakat genel olarak, Amerikan hegemonyası olmadan dünya çok daha farklı ve anarşik bir yer olabilirdi.

Ancak bu hegemonya, bazı açılardan, etkisini kaybetmeye başladı. Bu gerçek, içinden geçilen bu tarihsel kavşağı ayrıcalıklı kılmaktadır. NATO, adeta daha önce olduğu şey değildir artık. Çin bölgede gücünü denediğinden dolayı Amerika'nın geçmişte olduğundan daha az güce sahip olduğu fark ediliyor. Ama daha önemli olan, Amerika başkanı Barack Obama'nın, bölgesel karışıklıklar konusunda müdahalesizlik –veya en az müdahale- ile birlikte, belirli şahsiyetlere yönelik cerrahi darbe doktrinini geliştiriyor oluşudur. Libya ve Suriye bu çerçevede ele alınabilir. Amerikan güçlerinin şu veya bu ülkede hakların yerine getirilmesi için hazır konumda olduğu günler, en azından şu an için, artık geride kaldı.

Büyük Ortadoğu söz konusu olduğunda Amerikalılar güvenliği ucuza getirmek istiyorlar ve Obama da onlara bunu sağlıyor. Biz insansız hava aracıyla terörist öldüreceğiz, ama sınırlı sayıdaki özel operasyon güçlerinin dışında Libya, Suriye veya başka devlet topraklarında asker postalı bulunmayacak. İran bağlamında ise, Beyaz Saray şimdi ne derse desin, bu ülkenin nükleer bir güç olmasını önlemek için yönetimin bir askeri müdahaleden çok İran nükleerini frenleyen bir pozisyona sahip olduğu algısı var.

Bu, tek başına, istisna değil. Önceki yönetimler de güç kullanmada oldukça isteksizdi. Son birkaç on yıldır sadece George W. Bush –o da sadece 11 Eylül felaketinden sonra- tercihen bir savaşta karada büyük çapta asker bulundurma hevesine düştü. Bununla birlikte bir şeyler değişti. Güçlü devletlerin dünyasında –yani hiyerarşiyle nitelenen olan dünyada- Amerika sıklıkla tahakküm etmeye veya Sovyetler Birliği gibi başka bir hegemon güçle rekabet etmeye zorlandı. Bu zorlanma genellikle askeri güç kullanma tehdidiyle desteklenen kuvvetli bir diplomasi biçiminde ortaya çıktı. Richard Nixon, Ronald Reagan ve George H.W. Bush Amerikan liderliğiyle ve etkili, bazen de acımasız dış ilişkilerle ünlendiler. Soğuk savaş bittiğinden ve Bill Clinton başkan olduğundan beri Amerikan liderliği ya gayriciddi, ya beceriksiz ya da kaba uygulamalarla ve görece pasiflikle anıldı. Ve Büyük Ortadoğu'daki devletler nezdinde bile gücünü kaybettiği gerçeği ortaya çıktı.

Diğer bir deyişle, hem hegemonyası hem de birçok devlet üzerindeki etkisi artık daha zayıf. Hiyerarşi bütün düzeylerde sona eriyor. Eşitlik, şu anda, jeopolitik olarak uygun adım yol alıyor: Amerika hegemonyası artık daha az hegemonik ve tek başına devletlerin –Mısır, Suriye, Libya, Irak, Tunus ve diğerleri- iç güçleri artık sisteme boyun eğmiş durumda. (Türkiye, Suudi Arabistan ve Pakistan gibi ülkeler ise Amerikan hegemonyasının zayıfladığı ölçüde artık eskisi gibi Amerikan kampında değiller.) Buna ilaveten Çin'de tek-parti yönetimi artan baskı altında olsa bile siyasi bir örgütlenme olarak Avrupa Birliği de zayıflıyor.

Diğer yandan Ortadoğu bağlamında kaos demokrasiyle bir arada bulunamaz. Demokrasi, seçmenlerin belirleyiciliğine karşın, eşitliksiz ve hiyerarşik bir düzeni işaret eder. Neredeyse hiçbir yerde yeni ve yeterli bir hiyerarşi biçimlenmediğinden dolayı Ortadoğu'da ortaya çıkan şey demokrasi olamaz. Aksine şu an Ortadoğu'da gördüğümüz yerine geçebilecek yeni bir hiyerarşi olmaksızın merkezi otoritenin zayıflamasından ibaret.

Bazı güçler –önemli farklılıklara karşın- hiyerarşiyi yeniden tesis etmedikçe Amerikan hegemonyası küresel çapta faal olabilir veya uluslararası organizasyonlar bölgesel olarak faaliyet gösterebilir veya mesela Mısır ordusu kendi bölgesinde etkili olabilir. Daha fazla istikrarsızlığımız, daha fazla eşitliğimiz ve dolayısıyla dört gözle beklediğimiz daha fazla anarşimiz var. Bu, fazlasıyla rahatsız edici, çünkü medeniyet anarşiye tövbelidir. Herman Melville, Billy Budd (1924) isimli romanında, düzenin korunması için güzellik, kendisini bile feda etmelidir anlayışını eleştirmektedir. Düzen yoksa –hiyerarşi olmadan- hiçbir şey yoktur.

Kaynak: Stratfor
Dünya Bülteni için tercüme eden: Aynur Erdoğan