Amerika'ya güvenmeyip başka yerler aramak

Amerikalı entelektüeller 11 Eylül’den sonra “bizden niçin nefret ediyorlar?” siye sormaya başlamışlardı. Bugünün dünyası için daha uygun düşen bir soru ise “bize niçin güvenmiyorlar?” sorusudur. Tarihin derinliklerine doğru kazınca, Sykes-Picot anlaşmasından Balfour Bildirisine ve 2003 Irak savaşına varıncaya dek bu sorunun tonlarca cevabı ortaya çıkar. Amerika, II. Dünya Savaşı sırasında Nazizme, Soğuk Savaş sırasında Komünizme, 1979’dan beri Humeynizme ve 2001’den beri de küresel terörizme karşı Arapların yardıma gelmesi için defalarca çağrı yaptı-yapıyor. Ancak 62 yıldır Arapların uykularını kaçıran büyük bir soruna  yani Siyonizm’e karşı Araplara yardım etmek için parmağını bile oynatmadı. Hatta  sistematik olarak tam aksini yaptı; BM’deki, dünya başkentlerindeki ve de Arap dünyasındaki nüfuzunu kullanarak İsrail için serpilip büyüyeceği barışçıl ve sürdürülebilir bir muhit yarattı.

Belki de Batı’nın sömürgeci geçmişinden dolayı, Araplar olarak dış dünya dediğimizde akla hemen İngiltere, Fansa veya II. Dünya Savaşı’ndan sonra onların yerini alan süpergüç ABD geliyor. Beş yıl önce, Bush döneminin zorlu yıllarında, Suriye’nin bu üç ülkeyle ilişkileri dibe vurmuştu. Şam’da dış dünya Paris, Londra ve Washington kapısında sona ermiyor diyen yeni bir dış politika yönelimi belirdi. Ağırlığı olan, Batı dünyasının politikalarına müdahale etmek isteyen uluslarla dolu koca bir dünya var.  Potansiyel müttefikler listesinde Brezilya, Küba, Venezüella, Arjantin, Türkiye, Malezya, Hindistan, Çin ve Rusya vardı. Tüm bu ülkeler, yükselen ve vaatkar ekonomilerdi, yakınlaşmaya istekliydiler ve işgal altındaki Golan Tepeleri’nin kurtulması ve Gazze ablukasının kaldırılması gibi konularda Suriye’nin gönlündekine uygun bakış açılarını paylaşıyorlardı.

Suriye Cumhurbaşkanı’na medya işlerinde danışmanlık yapan saygın entelektüel Butheyna Şaban beş yıl önce bu yaklaşımı özetleyen bir makale yayınlamıştı. Şöyle kaydetmişti: “Arapları hasım Batıya boyun eğer bir durumdan çıkarmanın ve Doğuya, değerlerimizi, çıkarlarımızı ve yönelimlerimizi paylaşan ülkelere yakınlaştırmanın vakti geldi belki de. Arapların geçen asır boyunca biat ettikleri Batı’dan işgal, nefret ve savaş haricinde ne aldık?” Şaban, yazısında Doğu’nun şampiyonlarından Malezya eski Cumhurbaşkanı Mahathir Muhammed’e atıf yaptı; 1981 ve 2003 arasında ülkesini reformdan geçirirken Mahathir de benzer şekilde Doğuya, Japonya, Kore ve Çin’e yönelmişti. 2008 itibariyle ABD ve Avrupa ile ilişkilerde onarma süreci yaşadıktan sonra Suriye’nin bu politikayı izlemesi mantıklıydı.  Batı, 2005-2008 arasında George W. Bush Beyaz Saray’ının emriyle, toplu halde Suriye’yi hatalı bulmuş ve Lübnan ve Irak’taki istikrarsızlıktan dolayı onu suçlamıştı; Refik Hariri suikastından dolayı yine Suriye’yi suçladı ve Bush’un çizgilerini aşmamak için Şam’la yakınlaşmaktan kaçındı. Amerikan uçakları Suriye semalarına dalıp uluslararası hukuku ihlal eder ve masum Suriyeli sivilleri öldürürken tüm bir Batı başka yana bakıyordu. Suriyelilerin, yepyeni bir yeni dünya düzenin habercisi olan tüm bir kâinat orada dururken 2009’dan sonra ABD’yle ilişkilere odaklanmaları delilik olurdu.

Doğu politikası, Beşşar Esad’ın 2003’te Malezya ziyareti ile kristalize olmaya başladı; 2008’deki Hindistan ziyaretinden sonra ise yeni bir düzeye taşındı.

Tüm bunlar, bölgesel bir güç olan Türkiye ile siyasi ve iktisâdi bağların geliştirilmesiyle çakıştı; Türkiye-Suriye ikili ticareti 1.5 milyar dolar düzeyinde ve Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’a göre 5.5 milyar dolara çıkması bekleniyor. İki ülke geçen yıl 47 adet ticaret anlaşması imzaladı ve karşılıklı olarak vizeleri kaldırdılar; meşhurdur, Erdoğan Suriyelilere “(ticarette ve ekonomide) bizimle işbirliği yapın, tekeden bile süt alırız” demişti. Çin’le ticaret 2.2 milyar düzeyinde; Suriye’nin Malezya’dan ithalatı 119 milyon dolar, karşılıklı ticaret ise 156.7 milyon dolar. Sıradan Suriyeli şimdi soruyor: Avrupa’yla ortaklık anlaşmasına kimin ihtiyacı var.

Cumhurbaşkanı Esad, Pakistan, Rusya, Hindistan devlet başkanlarını Şam’da ağırladı ve Ukrayna, Romanya ve Bulgaristan’a ziyaretler gerçekleştirdi. Geçen yaz Venezüella, Küba, Arjantin ve Brezilya’yı ziyaret etmişti. Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez Suriye’yi üç kez ziyaret etti ve Esad’ın Caracas ziyareti sırasında iki ülke arasındaki ticaretin artırılması ve kalkınma için 100 milyon dolarlık bir fon kurulması kararlaştırıldı.

Arjantin’le ticaret 158 milyon dolar dolayında ve Arjantin’in Suriye’ye ihracatı iki yıl zarfında yüzde 75 arttı. Bu ülkelerin siyasi ortak paydası, Golan Tepeleri’nin Suriye’ye geri verilmesine verdikleri güçlü destektir. Ayrıca hepsi de Filistinlilerin güçlü destekçileridir. Chavez, 2008 Gazze saldırısı sırasında İsrail’le ilişkileri kopardı; Türkiye geçen Haziran’da Özgürlük Filosuna saldırıldığında yaptı bunu; Küba ise İsrail devletini bile tanımıyor.

Bir ülkeye yakın olmak – eğer Suriye’nin emellerini destekliyorsa – (sırf Obama yönetimi istiyor diye) diğeriyle ilişkileri koparmak anlamına gelmez. ABD, 2003’ten beri kendi arka bahçesi olarak gördüğü yere adım atan bu ülkelerden hazzetmiyor açıkça. Mesela Washington’da gürültü patırtı çıkmasına yol açan Küba-Suriye ilişkileri için doğrudur bu. Şöyle sormuşlardı: Venezüella ve Brezilya’yı anlayabiliriz. İyi de niçin Küba?

Suriye ise şu cevabı veriyor gibiydi: Küba ve İran bir halk ve ulus olarak bizi öfkelendirmediği müddetçe Küba ve İran’la ilişkileri koparmanın – veya orada yatırım yapmamanın – âlemi nedir? Aynı sav, Brezilya ve Venezüella için de geçerlidir. ABD, Avigdor Lieberman’ı Washington’da sıcak bir şekilde karşılamadığında ancak Suriyelilerin örneğin İran, Arjantin ve Küba gibi ülkelerle tarihi ilişkilerini sürdürmeyeceğini umabilir.  

Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı