Wall Street’i İşgal hareketinin yol açtığı yoğun protestolar artarak devam ederken şunu sormaya değer: Niçin şimdi?
Sorunun cevabı âşikar değil. Her şeyden evvel, gelir ve servet eşitsizliği gibi bir musibet uzun zamandır Amerika’nın başında. İşin doğrusu, böylesi bir eşitsizlik şeklinin Amerika’nın kuruluş tasarımında bulunduğunu – daha doğrusu ayrılmaz bir parçası olduğunu – iddia etmek makuldür.
Gelir eşitsizliği son yıllarda kötüleşti ve Büyük Buhran’dan bu yana en yüksek düzeye tırmandı. Ama yeni bir eğilim değil bu. Gelir eşitsizliği otuz yıldır yüksek bir hızla artmaktaydı zaten. Tim Noah bu süreci şöyle tanımlıyor: “1980’lerin ve 1990’ların sonlarında, Amerika emsalsiz derecede uzun süren iki ekonomik büyüme – “yedi yıl bolluk” ve “uzun patlama” - dönemi tecrübe etti. Ancak Amerikalıların toplam gelir artışının yüzde 80’i 1980’den 2005’e kadar tepedeki yüzde 1’e gitti. Ekonomik büyüme 2000’lerde daha yavaştı ama on yıllık dönem verimlilikte yüzde 20 artışa şahit oldu. Fakat gelin görün ki bunların hiçbiri de orta ve alt gelir gruplar için maaş artışına tebdil olmadı ve birçok ekonomistin kafasını karıştırdı.”
2008 mâli krizi bu eğilimi artırdı ama radikal bir şekilde değil: Amerika’da en çok kazanan yüzde 1’lik kesim ekonomik çöküş dibe vurduğunda daha bir açgözlülükle besleniyor on yıllardır.
Ayrıca, kayda değer derecede servet eşitsizliği Amerikan siyasi kültürüne öylesine sirayet etmiş ki şu an nihayet şahit olduğumuz vatandaş öfkesini tetiklemeye tek başına yeterli gelmezdi. Açıktır ki Amerika’nın kurucuları servet, güç ve itibar eşitsizliğini kaçınılmaz görmekle kalmayıp bunun arzulanır olduğunu hatta (bazıları) ilahi takdir olduğunu da düşünüyorlardı. Jefferson, toplum yönetimi için “doğanın en nadide hediyesi” diyerek “doğal aristokrasiye” övgüler düzmüştü. John Adams da mutabıktı: “Öyle görünüyor ki her beşeri toplumda yukarıdakiler ve aşağıdakiler olmalı zira Tanrı imtiyazın temelini doğanın işleyiş tarzına yerleştirmiştir.”
Amerikalıların ezici çoğunluğu gelir ve servet eşitsizliğini kabullendikleri gibi bu sonuçların en çok sıkıntı verdiği bazı Amerikalılar yüksek sesle tezahürat da yapmaktadırlar. Eşitsizlikten en çok fayda sağlayanları kabul etmekle kalmayıp onlara büyük bir saygı gösterip önlerinde eğilmek de aşılanmıştır Amerikalılara.
Bu paradoks - böylelikle en çok ezilenler bile içinde bulundukları halin sorumlusu olanları alkışlarlar - 1980’lerde daha da kemikleşti çünkü halkı Orwellvâri klişelerle beslemekte mahir olan halk tipi başkan Ronald Reagan onları bu klişelerle zenginlerin çıkarlarını savunmaya yöneltti.“Yükselen bir dalga tüm gemileri kaldırırdı.” Hikmet şuydu: Zenginin daha da zenginleşmesi sizin menfaatinizedir.
Eşitsizlik haklı ve meşrudur iddiası içkindir burada. Propagandaya matuf önermenin özü şuydu: Zengin, zengindir çünkü zengin olmayı hak etmiştir. Sanayide yenilikler yapıyorlar, teknoloji icat ediyorlar, devâyı buluyorlar, istihdam yaratıyorlar, risk üstleniyorlar ve hayatımızı iyileştirmek için cesurca yeni yollar buluyorlar. Başka bir ifadeyle, zenginleşmeyi hak ediyorlar. Doğrusu, alabildiğince yüksekten uçmalarına izin vermek kendi çıkarımızadır zira bu daha fazla üretmeleri için onları harekete geçirecek, sonuçta bize hayatı iyileştiren daha büyük hediyeler vereceklerdir. O takdirde başarısından dolayı 10 metrelik duvarın arkasında yaşayan milyonerlere haset etmemeliyiz; onlara hayran olmalıyız. Şirket patronları kızgınlığımızı değil şükranlarımızı hak eder. Zenginlerden daha fazla değil daha az vergi talep etmek çıkarımızadır zira katlanan servetleri çeşitli şekillerde bize damlayacaktır.
Birkaç on yıldır gelir ve servet eşitsizliğindeki devasa artışa halk protestosuna maruz kalmaksızın imkân veren işte bu zihniyettir. Ama bir şeyler değişti gene de. Amerikalılar bir sabah uyanıp kendi kendilerine büyük gelir ve servet eşitsizliğinin haksızlık olduğuna veya buna müsamaha gösterilemeyeceğine hükmetmiş değiller. Bu zenginliğin kazanılma şekli ve ardından gelen eşitsizliğin meşru olduğu algısı değişti.
Bir zamanlar böylesi eşitsizliği alkışlayan pek çok Amerikalı, en zenginlerin kazançlarını haksız kazanç, layık olunmamış ve dalavere ürünü görüyorlar artık. Hepsinden ziyade, bir zamanlar şartların eşitsizliğini meşrulaştırıcı çapa olarak hizmet eden hukuk sistemi, hukukun üstünlüğü –müşterek bir dizi kuralın herkese eşit şekilde uygulanması anlamına gelen en temel Amerikan idealidir – geri dönülemez şekilde yozlaştı ve bu şekilde değerlendiriliyor. Kurucular şartların eşitsizliğini kabul etmişlerse de bunun meşruiyetinin herkesi eşit şekilde hukuka tabi tutmaya bağlı olduğunu defalarca vurgulamışlardı. Jefferson, Amerika’nın esas niteliğinin “en fakir işçinin en zengin milyonerle eşit zeminde durması ve genel olarak da hakları sarsıntıda göründüğünde onun kayrılması” olduğunu yazmıştı. Benjamin Franklin imtiyazlı bir yargı sınıfı oluşturulması, yönetenler ve yönetilenler arasında “sevgi, çıkar, siyasi mükellefiyet vb her çeşit bağın topyekün ayrılmasıyla” sonuçlanır diye uyarmıştı. Tom Paine “üstün mevkii liyakata değil de kazanılmamış yasal imtiyazlara dayanan sahte soylulara” defalarca sövüp saymıştı.
Amerikalılar bunu dolaylı olarak anlar. Sürat koşucuları arasında bir yarış izliyorsanız, bitiş çizgisini kim geçerse geçsin üstün koşucu o’dur. Fakat ancak ve ancak tüm yarışmacılar aynı kurallara tabi ise: Herkes aynı başlangıç çizgisinden başlar; diğer bir yarışmacının kulvarını işgal ederse cezalandırılır; fiziki temas veya performans artırıcı madde almak yasaktır.
Bazı koşucular önde başlarsalar ve kuralları ihlal ettikleri takdirde muafiyet görmelerini sağlayan ilişkileri varsa hakemlerle, işte o zaman izleyiciler sonucun artık meşru olmadığını bilir. Bu süreç haksız ve tastamam bozuk görüldüğünde, bir dizi kuralın tüm yarışmacıları bağlamadığı açık olduğunda, kazanan taraf ödüllendirilmeyecek, kızgınlıkla karşılanacaktır.
2011 Amerika’sındaki halet-i ruhiye işte bu. Wall Street’i İşgal hareketini açıklayamayabilir ama niçin orman yangını gibi hızla yayıldığını ve çok sayıda Amerikalının bu hareketi niçin kabul edip derhal destek verdiğini açıklamaya yardım eder. Geçen on yıllarda yoktu ama artık Amerika’nın servet eşitsizliğiyle ilişkisi hızlı bir dönüşüm halindedir.
Hukukun herkese eşit şekilde uygulanmadığı, Wall Street kodamanlarının en küçük bir yasal sonucuyla karşılaşmaksızın çok kötü cürümler işledikleri – dünyada milyonlarca insanın iktisâdi güvenliğini yok eden hareketlerdi bunlar – artık çok açık bir şekilde anlaşıldı. Dev finans kurumları insanların evlerini haczetmek üzere büyük ve sistematik dolandırıcılık yaparken suçüstü yakalandılar ve Obama yönetiminin başını çektiği siyasi sınıfın tepkisi kalkan olup onları anlamlı neticelere karşı korumak oldu. Kurallara eşit şekilde boyun eğmek yerine, demokrasiyi saptıran oligarşik kontrol süreçleri sayesinde kuralların ve kuralların nasıl uygulanacağının belirlendiği süreçleri kontrol ediyorlar artık.
Yüzde 1’lik kesimin servetinin risk üstlenen girişimciliğin eseri olmayıp hukuki ve siyasi sistemimizin kontrol edilmesinden kaynaklandığı Amerikalıların büyük bir çoğunluğu nazarında bugün ışıl ışıl denilecek şekilde çok açık. Bu kontrol sayesinde onları az da olsa sınırlayan birkaç hududu - 1990’larda Wall Street deregülasyon cümbüşünde olduğu gibi - kaldırmaktan başka hiçbir gayesi olmayan kanunlar çıkarıyorlar. Sırf kazanç uğruna kasıtlı olarak işledikleri suçlara karşı kendilerini geçmişe yönelik dokunulmaz kılabiliyorlar tıpkı Bush’un yasadışı dinleme programında ülkenin telekom devlerinin oynadığı role karşı 2008 yılında Kongre’nin onlara kalkan olmasında olduğu gibi.
Bu gücü sıradan Amerikalıların gemilerini yüzdürmek için değil batırmak için kullandıkları da aynı derecede açık. Kısacası, Amerikalılar Senato’daki iki numaralı Demokrat Dick Durbin’in hizmet ettiği kurum hakkında 2009’da ağzından kaçırdığı şeyin ne olduğunu çok iyi biliyorlar: “Samimi söylemek gerekirse bu yer bankaların malı.”
2011 itibariyle Birliğin durumunu değerlendirecek olsanız şu şekilde özetleyebilirdiniz: Ülkenin en güçlü oligarkları hukukun üstünlüğüne tabi olmak yerine hukuku kontrol ediyorlar ve hukuktan muaflar; her geçen gün daha çok sayıda Amerikalı bunu anlıyor ve öfke doluyor. Tam olarak aynı anda, ulusun seçkinleri en kötü suçları işledikleri halde hukuki dokunulmazlığın keyfini sürerken sıradan Amerikalılar dünyanın en büyük ve en zorlu ceza devletlerinden birine tabi kılınıyor öyle ki ehil ellerden hukuki destek alma garantileri yok ve en küçük ihlallerde bile sert bir biçimde uzun hapis cezalarıyla mahkûm ediliyorlar.
Hukukun üstünlüğü yerine – kuralların herkese eşit şekilde uygulanması – güçlünün dokunulmaz olduğu, güçsüzün ise gitgide merhametsizce cezalandırıldığı iki kademeli bir adalet sistemimiz var artık. Şartların garantörü olacak olan hukuk ise öylesine yoldan çıkarıldı ki eşitsizliği tahkim etmek, güçsüzü kontrol etmek ve eşitsiz şartları sağlama almak için eşsiz bir silah haline geldi.
Yükselen dalganın bütün gemileri kaldıracağı varsayımı ürkütücü denilecek sayıda Amerikalıyı sualtında bıraktı. Bu süreç zarfında, herkese aynı kuralın tatbik edilmesi algısını da kaybettik ve bu yüzden de ulusu vuran devasa gelir ve servet eşitsizliğini meşrulaştıracak bir çapa yok bugün.
Değişen işte budur ve bunun ne anlama geldiğinin herkesçe bilinmesi vatandaş öfkesini ve protestoları ateşliyor. Pek çok kişinin katlandığı eşitsizlik hem çok büyük hem de gayrimeşrudur; kökü hukuksuzluğa ve yozlaşmaya gitmektedir. Bu gerçeğin karartılması, Amerikalıları artan devasa eşitsizliği kabullenmeye iknanın çivisiydi. Gerçek artık karartılamayacak kadar apaçık.
Yazar hakkında: Hukukçu ve Salon.com yazarı
Kaynak: Tomdispatch
Dünya Bülteni için çeviren: Ertuğrul Aydın