Almanya'nın riskleri ve Türkiye'nin riskleri

Üç gün önce Berlin'de Alman Yeşillerinden eski bir arkadaşımla akşam yemeğindeydim.

Alman ve Türk futbol liglerindeki en son neticelerle ilgili yorum yaptıktan sonra geçen haftadan bu yana manşetleri işgal eden iki konuyu konuştuk: Libya'daki Kaddafi rejimine müdahale ve Japonya'daki deprem sonucunda yaşanan nükleer felaket. Alman hükümeti her iki konuda da çarpıcı bir tavır sergiledi. Almanya, Libya üzerinde uçuşa yasak bölge öngören BM tasarısını desteklemedi ve sivil nüfusu korumak için yapılacak operasyonlara katılmayacağını açıkça ifade etti. Libya'nın iç çatışmasına müdahale etmenin çok riskli olduğu düşünülüyordu ve zaten az sayıda konuşlandırılabilir Alman birliği başka yerlerde görevliydi. Karar Alman yorumcuların ve analizcilerin büyük kısmı tarafından şiddetle eleştirildi; Merkel'in neden AB içinde ülkesini izole etmeyi ve BM Güvenlik Konseyi'nde Çin ve Rusya'nın yanında saf tutmayı tercih ettiğini anlamıyorlardı. Çin ve Rusya insani müdahalelere karşı isteksiz tutumlarıyla biliniyor, zira Çeçenlere ve Uygurlara yönelik insafsız muamelelerinden dolayı günün birinde uluslararası toplumun kendilerini de hedef alabileceğinden korkuyorlar.

Fakat Alman ulusunu bir bütün olarak sarsan asıl vaka, Japonya'nın Fukuşima nükleer santralindeki korku filmi oldu. Arkadaşım, olayların gelişimini izlerken Alman televizyonları ile CNN arasında sürekli gidip geldiğini anlattı. Ona göre haberleri veriş tarzındaki fark hayret vericiydi. Haberlerin Alman versiyonuna bakıldığında, çok geçmeden Almanya'da da bir felaket yaşanabileceği hissine kapılmamak mümkün değildi. İç karartıcı ruh halini özetleyen şey şuydu: Sanki Alman gazeteciler cesetleri sayıyor, CNN gazetecileri ise sürekli hayatta kalanları bulmaya çalışıyordu. Alman hükümeti derhal ulusal panik ve endişe duygusuna uygun bir karşılık üretti ve yedi eski nükleer enerji santralini geçici olarak kapatmaya karar verdi; geri kalan santrallerle ilgili ne yapılacağı kararını ise zamana bıraktı. "Eğer Japonya'da böyle bir şey yaşanabiliyorsa, Almanya'da sanki hiçbir şey olmamış gibi devam edemezsiniz." diyordu Merkel. Bu karar medyada, Almanya'daki vatandaşlar ve siyasetçiler arasında var olan mümkün mertebe bütün risklerden kaçma eğilimine dair bir tartışma başlattı. Uzman 'ruh okuyucuları' şu sonuca vardı: Güvenlik ve kusursuz dünya takıntısı Almanların tipik eğilimiydi ve böyle bir ülkede nükleer risklere asla yer yoktu.

Aynı iki çarpıcı vakaya Türkiye'nin tepkisi ise son derece farklı oldu. Buna karşın Libya konusunda Türkiye'nin duruşunun tam olarak ne olduğunu hâlâ anlayabilmiş değilim. Yaptırımlara ve BM'nin uçuşa yasak bölge tasarısına karşı çıktı, fakat sadece birkaç gün sonra Kaddafi'ye yönelik askerî saldırıya katkıda bulunmaya hazırdı. Hafif tabiriyle söylersek, buna inandırıcı ve tutarlı bir diplomasi demek pek mümkün değil.

Türk hükümetinin Japonya'daki nükleer soruna tepkisine baktığımızda da durum pek iç açıcı değil. Başbakan'a ve enerji bakanına göre, depremlerden çok çekmiş bir ülke olan Türkiye'de iki nükleer enerji santrali inşa etme planlarını yeniden gözden geçirmeye hiç gerek yoktu. Her ikisi de sorunlara gark olan eski moda Japon santrali ile Rusların Akdeniz kasabası Akkuyu'da inşa etmeyi planladığı ultra modern tesis arasındaki farkın altını çizdi. Bu kıyaslamanın karşısına sıkı argümanlar koymak mümkün, fakat burada bahsetmek istediğim husus bu değil. Santralin yakınında bir deprem olması halinde Türkiye kıyısında Fukuşima benzeri sahneler yaşanma riski sorulduğunda Başbakan hiç istifini bozmadı. Başbakan'a bakılırsa evlerdeki tüpgazlar da risksiz değildi, öyleyse endişeye mahal yoktu.

Herhangi bir Alman siyasetçi bu cevabı verse kariyeri mahvolur. Görünen o ki Türkiye'de nükleer riskleri küçümsemek kabul edilir bir tutum. Bunun nedeni, Almanya ile kıyaslandığında Türk toplumunun bütün risklerden kaçınmaya daha az odaklanması mı? Yoksa henüz Türkiye'de nükleer enerji üzerine ciddi bir tartışma yapılmamış olması mı?


j.lagendijk@zaman.com.tr 

Kaynak: Zaman