Allah marifeti ve bir davet

İmanın önemini anlamaya şu hadise yeter:

Allah Rasûlü (sas), hayatının en acı, Uhud'dan da acı iki gününden biri olarak Taif seyahatinde gördüğü muameleyi zikreder. Kendilerine âhiret ve dünya saadeti getirecek İslâm'ı tebliğ için Hz. Zeyd ibn Harise ile birlikte gittiği bu şehirde her türlü hakarete maruz kalır; geçeceği yolun iki yanına sıralanan çocuklar üzerine sürekli taş yağdırırken, baştan sona yola dökülen dikenler ise bütün vücudunu incitir.
 
Nihayet kendisini şehrin hayli dışında bir bağa atar. Burada Cenab-ı Allah'a çok içten bir münacatta bulunur. Münacatının sonunda Hz. Cebrail (as) gelir, "Ya Rasûlallah!" der, "İstersen Dağlar Meleği'ne emredeyim, şu dağları Taiflilerin başına geçirsin." Peygamber Efendimiz, hiç tereddüt etmeden şu karşılığı verir: "Asla! Eğer o insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü'min gelecekse, böyle bir şeyi asla istemem."

Bir kişinin imanı bile yüz yıl işkencelere katlanmaya değecek değerdedir. Fakat Allah marifetiyle beslenmeyen, marifete dayanmayan imanın eşya ve hadiseleri anlamada, zihnen ve kalben tekâmülde, hayata yön vermede, insana feraset ve basiret kazandırmada tesiri sınırlı kalıyor. Üstad Bediüzzaman, hem Peygamber Efendimiz'in nübüvvetinin hem de İslâm'ın hakikatinin çok sayıda delilinden biri olarak, Allah Rasûlü'nün Din-i Mübin-i İslâm'ı her hususta son sınırlarına taşıdığını ve Kur'an'ın İlâhî İsimlerin tecellilerini tam bir denge halinde muhafaza ettiğini anlatır. Bütün önceki peygamberler, misyonları zaman, mekân ve belli bir veya birkaç toplumla sınırlı olduğu için İslâm'ı bütün boyutlarıyla değil, misyonlarının sınırlılığı içinde temsil ve tebliğ ederken, Allah Rasûlü onu, İlâhî İsimlerin tecellilerini tam denge halinde ihtiva eden bütün boyutlarıyla temsil ve tebliğ etmişlerdir. Şu kadar ki, elbette insanlar hiçbir zaman aynı anlayış seviyesinde, tek tür zihnî-kalbî-manevî ihtiyaç içinde olmayacak, aynı şartlarda yaşamayacaklardır. Dolayısıyla, fertler sayısınca farklılıklar ve zamanın, şartların ve toplumların değişikliği, İslâm'ın bütünlüğü ve evrenselliği içinde mezheplerin, meşreplerin, tasavvuf ekollerinin varlığını zaruri kılmıştır. Basit bir misal verecek olursak, bir mürşid vardır ki, Cenab-ı Allah'ın Müksıt ismine mazhardır, sürekli iktisatlı davranmaktan bahseder. Belli ki, onun görev sahası israfa karşıdır, israfla mücadeledir, müsrifleri irşaddır. Bir başka mürşid de vardır ki, Allah'ın Cevad ismine mazhardır; sürekli cömertlikten söz eder. Onun görev sahası da cimrilikle mücadeledir ve cimrileri irşaddır. Bu durum tam bir hayırken, iki mürşidden biri diğerini veya taraftarları birbirlerini cimrilik veya müsriflikle suçlayacak olursa, işte mezhep ve meşreb ayrılıklarındaki kesin hayrı şerre dönüştüren budur. Dolayısıyla İslâm'ı, onun bütünlüğü içinde anlamını bulan parçalarıyla, İlâhî İsimlerin tecelli dengeleriyle kavramak ve ona göre tebliğ etmek elzemdir. İslâm'ın, evrensel Muhammedî ruhun bütünlüğü içinde, değişmez ana esaslar mahfuz, yere, zamana, şartlara ve kişilere göre bazen Musevî, bazen İsevî, bazen İbrahimî, bazen Nuhî, bazen Yunusî, bazen Eyyubî, bazen Davudî, bazen Süleymanî vb. olmak gerekir. Bunu tesbit ve tayin edecek olan ise, Peygamber'e tam vâris bir kutbu'l-irşad, bir insan-ı kâmildir.

İkinci olarak, bugün insanımız kısır, çıkmaz sokak ve insana belki hiçbir şey kazandırmayan aktüalite içinde boğulmaktadır. Ama, elbette Allah marifetinin aktüaliteye yön vermede etkili Kaderî boyutu vardır; dolayısıyla aktüaliteden de her zaman Allah marifetine pencereler açılabilir; hadiseler, birer marifet kaynağı olarak takdim edilebilir.

Şu anda, sözünü ettiğim her iki önemli işi hakkıyla yapabilecek kişi olarak Fethullah Gülen Hocaefendi'yi tanıyorum. Ümit ve recamız odur ki, uzun süredir ara verdiği yazılarına tekrar başlar. 1990'da aylık va'zlarına ara verdiğinde kendisine mektup yazan ve önem verdiği bir zat şöyle diyordu: "Va'zlarınız, insanların ihtiyacıdır; yapmak da sizin varlık sebebinizdir." Yazmaları için de aynı şeyi söylemek, inşallah su-i edep olmaz.

 
Kaynak: Zaman