AKP 22 Temmuz seçiminden oy sayısalı bakımından galip çıktı. Bu, seçmenin çoğunluğunun AKP’nin iktisat-siyasetinden memnun olduğu anlamına gelmektedir; en azından zahiren böyledir. Zahiren diyoruz; çünkü AKP’nin Kasım 2002 seçimlerine göre oylarını artırmasında, yürütmekte olduğu siyasetten ziyade, bazı önemli dış faktörlerin payı büyüktür diye düşünüyoruz. Çünkü aksi olsaydı, MHP, DTP gibi diğer partilerin ve partililerin Meclise girmemeleri gerekirdi ve AKP’nin milletvekili sayısı da oy artışı oranında artması gerekecekti. Bu dış faktörlerin başında, herkesin bildiği gibi, Cumhurbaşkanı Sezer’in yerli yersiz laiklik merkezli muhalefeti, büyük şehirlerde tertiplenen Cumhuriyet Mitingleri, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde AKP karşı yürütülen anti-demokratik tavırlar ve söylemler, Baykal’ın sert muhalefeti gelir. Bunlara bir de ABD ve AB’nin AKP’den yana tavır almalarını ilave etmek lazımdır. Dolayısıyla AKP’ye daha fazla yönelimin nedeni, toplumumuzda oluşan demokrasi bilincinin artmasıdır. Demokrasiye müdahaleci olarak saydığımız faktörler olmasaydı, belki AKP oylarında artış değil düşüş yaşanabilirdi. Fakat ne olursa olsun sonuç itibariyle seçimden tebrike şayan bir biçimde AKP zaferle çıkmıştır. Ancak, CHP dışta bırakılacak olursa başarılı sayılabilecek MHP ve bağımsızlar da vardır. Bana göre eski DTP’li ve şimdi bağımsızları bir parti gibi görmek gerekir. Ayrıca Muhsin Yazıcı ve Mesut Yılmaz faktörleri de unutulmamalıdır.
O halde Mecliste en az dört parti var demektir. İşte bu açıdan, AKP’nin bu ikinci iktidar dönemi sanılacağı kadar rahat olmayabilecektir. Yeni hükümetin önündeki çözümü zor gibi görünene bazı sorunlar parlamenter uzlaşmayla çözülebilirse de, bazılarının böyle bir yolla çözülmesi oldukça zor görünmektedir. Her ne kadar Başbakan R.T.Erdoğan kendi tabiriyle muhalefete daha başlangıçta “ Ak Sayfa “ uzattıysa da, ideolojileri ilgilendiren zor konularda ak sayfaya ak yazıların yazılması olanaksız görünmektedir. AB’nin açacağı yeni paketler, PPK, Kuzey Irak sorunları gibi bazı sorunlar, bu zor sorunlar arasındadır. Elbette bunları AKP’li yetkililer de düşünüyordur. Ancak çözümü ak ile kara gibi zıt olan bu konularda sadece iktidar ve muhalefet çatışması olmayacaktır; Meclis dışı güçler de devreye girecektir.
Şimdiye kadar AB ve ABD ile uzlaşmacı bir siyaset yürütmekte olan AKP’nin bundan sonra da aynı siyaseti yürütmek isteyeceğinden kuşku yoktur. Kuşku, bunda ne kadar başarılı olup olamayacağı konusundadır. Her ne kadar AKP kendisinin İslamcı bir parti olmadığını çeşitli vesilelerle sık sık açıkça ifade etmesine rağmen ki bana göre de öyledir, bu seçim vesilesiyle dış basında çıkan haberlere göre AKP hala İslamcı olarak görülmektedir. Muhakkak ki uluslararası ilişkiler her zaman karşılıklı çıkar ilişkileridir; bu açıdan bakıldığında yeni dönem APK iktidarıyla çıkarları doğrultusunda yabancı devletler ilişkilerini sürdüreceklerdir. Ancak yukarıda işaret ettiğimiz zor konularda AB ve ABD çok hassas noktalarda sorun yaratabileceklerdir. Bunun en önemli nedeni bu yabancı devletlerin kendi çok yönlü siyasal ideolojik gelecek vizyonlarıyla ilgili olduğu kadar bilinçaltında AKP’yi “İslamcı” görmeleriyle de ilgilidir. Bu açıdan AKP iktidarının işi zor olacaktır; çünkü dışarıya karşı “Evet” dediğinde sadece Meclis içi muhalefetle karşılaşmayacaktır, geniş bir halk muhalefetiyle de karşılaşabilecektir. İçeriye karşı “Evet” dediğinde de dış muhalefetle karşılaşacaktır.
İnsanların partilere oy vermesi demek, kendileri için oy vermesi demektir. Bu açıdan, halkımızın çoğunlukla AKP’ye oy vermesi, AKP’nin seçim propagandası olarak kullandığı “Yola Devam” sloganındaki yolun, halkımızın çoğunluğunun da yolu olduğunu söylemek zorundayız. Ancak, bir vesileyle aynı yolda yürünemez olunursa, halk kendisini sorumlu görmez. Bunu siyaset ilminde “Bilinmeyen Tarafsızlık” ilkesi olarak ifade edebiliriz. Çünkü halk genelde geçmişe bakarak yolu değerlendirir; yolun geleceğini geçmişle görür. Yolda beklenmedik keskin virajlar ve bozukluklar ortaya çıkarsa buna taraf olmaz. Dolayısıyla AKP’nin bundan sonraki yolculuğundaki en çok önem vermesi gereken şey, seçim meydanlarında ne söylediyse onları gerçekleştirmesinden öte, siyasi olma bilincinin ortaya çıkarması gereken tezahürleri çıkarması gerekir. Çünkü yol, bugüne kadar yürün kısmından daha taşlı ve çakıllı görünmektedir; en azından bize göre böyledir. İktidar olmaktan çok muktedir olmak daha önemlidir. Ara sıra olabilirse de, bu taşlı yolda bir adım atıp, iki geri adım çekilmek siyaset olmamalıdır. Ne olursa olsun siyaset başarmak demektir; ya da başarılabilecek şeyleri siyasetin konusu yapmaktır.
Burada her seçim öncesi her partinin yaptığı bir yanlışlığa işaret etmek istiyorum. Siyaset bir ilimdir fakat aynı zamanda bir sanattır. İlim olması yönüyle evrenseldir; ancak sanat olmasıyla, siyasetçiye, şartlara ve zamana özgüdür. Bu açıdan, yapılan yanlışlık, her partinin kendisini, sağ veya rahmetli parti önderleriyle tanımlamasıdır. Bunun anlamını bir ölçüye kadar anlıyoruz; ancak siyasetin sanat olması yönüyle tarih olmadığını ve olmaması gerektiğini düşünmeliyiz. Aksi durum, siyasetçi psikolojisinin geçmişe endeksli çalışmasına sebep olarak, günün siyaset sanatını geçmişin başarılarıyla ve başarısızlıklarıyla karartmak olur. Bu karartma da siyasetçiyi karizmatik önder olmaya iter. Siyasette hiç olmaması gereken şey, bize göre karizma denen şeydir. Fakat her nedense karizma, Türk siyasetinde özendirilen ve özlenen bir olgudur. Karizma aslında allayıp pullamak, büyülemek demektir. Karizmatik olma aslında gizemli dinlerin veya dini akımların din adamlarıyla okülist akımların önderlerinin temel bir vasfıdır. Bu seçim propagandaları esnasında da bütün partilerin başkanları, bir değil birden çok eski siyasilerin resimleriyle kendilerini görüntülediler. Demokrasinin Kurmayları olarak Başbakan’ın resmi, Menderes’in, Özal’ın resimleriyleydi; Erbakan’ın resmi yoktu. Oysa Demokrasinin Kurmayları afişleri asıldığı günlerde Erbakan henüz “ AKP ‘ye oy vermek, cehenneme bilet almaktır.”dememişti.