AKP davası ve AB-Türkiye monoloğu

Başsavcı'nın girişimi ile başlayan sürece AB kurum ve politikacılarının sessiz kalmaları AB anlaşmaları ve politik değerleri açısından mümkün değildir. Yetkililerin yaptıkları açıklamalar hukukî bir sürece müdahale etmek için değil Türkiye'de parlamenter demokrasinin tehdit altında olduğu izlenimi edindikleri içindir.  
 
Türkiye'nin AB ile yakınlaşmaya en çok gereksinimi olduğu bu günlerde, AKP'yi yasaklama girişimi ile son beş yıldır süren AB-Türkiye diyaloğu yine yerini 1999 yılına kadar süren AB-Türkiye monoloğuna bıraktı. Bu monoloğun konusu son yıllarda alıştığımız Türkiye'ye "uygulanan çifte standart"la sınırlı değil artık, laiklik, parlamenter demokrasi, hukukun üstünlüğü, adaletin bağımsızlığı, inanç hürriyeti, kadın hakları üzerine süren bir monolog bu. En temel konular üzerine süren bu monolog, bilinen AB karşıtı ve Türkiye'nin demokratikleşmesi ile devlet üzerindeki etkinliklerini kaybedeceklerini gören çevrelerden gelse, pek endişe etmeye gerek olmayacak. Bu çevrelerin AB sürecine ve Türkiye'nin demokratikleşmesine karşı olmaları doğal ve anlaşılır, zira çok şey kaybedecekler. Onları Türkiye'nin bey'i yapan, ekonomik, sosyal, politik güç kaynaklarını ellerine veren düzeni kaybedecekler. Bu açıdan hırçın bir şekilde AB düşmanlığı yapmaları normal ve anlaşılır. Buna benzer süreç az veya çok diğer aday ülkelerde de yaşandı.

Bizi kaygılandıran ve AKP'ye yönelik yasaklama süreci ile başlayan yeni monolog, ne yazık ki, yıllardır diyalog içerisinde olduğumuz, insan hakları, temel demokratik haklar, hukukun üstünlüğü, kadın hakları, devletin inanç hürriyetine saygısı, laiklik gibi konular üzerinde aynı değerleri paylaştığımız insanlarla sürmesi. Bu akıma ne yazık ki, Avrupa Birliği'nin iç yapısını yakından bilmeyenler yanında, bilen, en azından bilmesi gereken ve Türkiye'nin AB sürecine inanan saygın diplomatlar da uydu son günlerde. Tüm karşılıklı monologlarda olduğu gibi bu monolog da farklı algılama ve farklı yorumdan kaynaklanıyor. Bu "yanlış anlamanın" daha doğrusu karşılıklı "anlaşamamanın" özünde farklı politik ve kurumsal altyapı da yatıyor şüphesiz. Bu son konu, yani AB müktesebatı ile başlayıp, farklı algılama ve yoruma geçelim.

AB'nin sessiz kalması düşünülemez

AKP'yi yasaklamaya yönelik Cumhuriyet Başsavcısı'nın girişimi ile başlayan sürece AB kurum ve politikacılarının sessiz veya kayıtsız kalması, AB anlaşmaları ve AB politik değerleri açısından mümkün değildir. AB'nin temelini oluşturan anlaşmaların yedinci maddesi bir üye ülkenin, altıncı maddede dile getirilen temel demokratik haklar ve hukukun üstünlüğünü çiğnediği durumlarda Komisyon veya üye ülkelerin üçte birinin teklifi ile üyeliğin kısmen veya tamamen askıya alınacağını öngörüyor. Bu madde AB'nin genişlemesini düzenleyen politikasına da benzer bir şekilde müzakere süreci için geçerli kılındı. Müzakerelerin başlaması için şart koşulan şartlar müzakere sürecinde geçerliliğini yitiriyor ve temel demokratik prensipler zedeleniyorsa, Komisyon veya üye ülkelerin üçte birinin teklifi ile müzakereler üçte iki çoğunlukla askıya alınır. Müzakerelerin tekrar başlaması için aynı süreç geçerlidir, yalnız üye ülkeler için geçerli olan üçte iki çoğunluk yerine müzakere sürecinin tekrar başlaması için oybirliği gerekmektedir.

Bu mekanizmaya dikkati çekmemizin sebebi, prensip tartışması yapmak için değildir. Bu madde AB Komisyonu, Avrupa Parlamentosu yanında üye ülkeleri de, müzakere sürecinde bulunan aday ülkelerdeki politik yapıyı ve gelişmeleri izlemekle yükümlü kılmaktadır. Komisyon ve AB politikacıları AKP davasına yönelik açıklamalarda bulunuyor iseler, Anayasa Mahkemesi'ni etkilemek veya hukuki bir sürece müdahale etmek için değildir. Türkiye'de parlamenter demokrasinin tehdit altında olduğu izlenimi edindiğimiz içindir. Böyle bir sürece karşı ne genişlemeden sorumlu AB Komiseri, ne de diğer AB politikacıları sessiz kalabilir. Bu sürece karşı tavır koymaları, anlaşmaların sadece Türkiye kamuoyuna karşı değil kendi kamuoylarına karşı da bir sorumluluktur. Gelelim algılama sorununa, AKP ve dava sürecine ışık tutmaya çalışalım.

Türkiye 1999 yılından itibaren bir demokratikleşme sürecine girmiş; Ecevit hükümeti döneminde dört reform paketi gerçekleştirerek AB yolunda önemli mesafe kat etmişti. Ağustos 2002'de gerçekleşen dördüncü reform paketi en önemli adımlardan biridir. Kasım 2002 seçimleri ile hükümet olan AKP, bu demokratikleşme ve AB sürecini 2005 yılına kadar daha kararlı bir şekilde sürdürmüş ve müzakerelerin önünü açmıştır. Bu dönemde, yani AKP Meclis'te en etkin parti olduğu dönemde ne medeni kanun, ne ceza kanunu, ne de diğer alanlarda, Türkiye'nin laik düzenini erozyona uğratan, din temeli üzerinde bir düzen hedefleyen bir inisiyatifi olmamıştır. Eğitim politikası, imam hatipler vs. Türkiye'de sorun olarak sürmektedir, fakat bu sorunlar AKP politikasının ürünü değildir. AKP'ye yönelik bu konudaki eleştirilerimiz, başka konularda olduğu gibi, bu sorunları iyi yönetmediği içindir.

Başörtüsü meselesi bu açıdan tipik bir örnek teşkil ediyor. Başörtüsü, AB üyesi birçok ülkede de politik bir sorundur ve Anayasa Mahkemelerine kadar yansımaktadır. Üniversitelerde başörtüsünün serbest olmasının, Türkiye gibi oturmuş bir ülkenin laik düzenini tehdit ettiğini iddia etmek, konuya abartılı bir yaklaşımdır. Türkiye'de son yirmi yıl içerisinde toplumda daha muhafazakâr diyebileceğimiz, din olgusuna önem veren ailelerin kızları da yüksekokullara girmiş ve bu kızlar üniversite ve diğer kurumların kendilerini başörtüleri ile kabul etmesini istemektedir. Bu istek bazen inançları gereği, yer yer politik bir protesto sembolü olarak dile getirilmektedir. Demokratik bir düzen bu tür gerilimlerle yaşamak zorundadır ve yaşayabilmelidir. Yüksekokullar her zaman politikanın yakından yaşandığı kurumlar olmuştur ve olacaktır. AB açısından Türkiye'de sürmekte olan başörtüsü yasağı ilişkiler için sorun olmadığı gibi, bu yasağın kalkması da sorun olmayacaktır veya "İslamlaşmak" olarak yorumlanmayacaktır. AKP'ye bu kapsamda yöneltebileceğimiz en büyük eleştiri, başörtüsü konusunu genel demokratik reformlar kapsamında yapmak yerine, tek konu olarak siyasi gündeme taşıması olmuş ve konuya gereğinden fazla önem kazandırmış olmasıdır. AKP başörtülü olmaya zorlanabileceklerini, başörtülü olmadıkları için sosyal baskıya maruz kalabileceklerini düşünen kadınların kaygılarını ciddiye almalıdır. Zira başörtüsü sadece politik değil, sosyal bir sorundur.

Başsavcı haklıysa, müzakereler nasıl başladı?

Her neyse, kapatılmakla yüz yüze bırakılan AKP ve politik yasakla karşı karşıya bırakılan Başbakan ve Cumhurbaşkanı, AB tarafından bilinmeyen politikacılar değiller. Beş yıldır AB ilişkileri ile diyalog içerisinde bulunduğumuz bu politikacılar, demokratik değerleri paylaştıklarını ve AB üyeliğinin Türkiye için bir değerler birliğine üye olmak olduğunu biliyorlar ve bu değerleri paylaşmadıkları konusunda hiçbir veri bulunmamaktadır. AB politikacıları olarak AKP'ye yönelik bu dava girişimini bu yüzden anlamakta zorluk çekiyoruz. Başsavcı'nın iddianamesi doğru ise ve AKP beş yıllık iktidar döneminde Türkiye'nin laik düzenini tehdit eden bir odak noktası idiyse, bizim AB kurumları olarak Türkiye ile müzakereleri başlatmamız ve sürdürmekte olmamız kendi değerlerimiz açısından af edilmeyecek bir hata olmuştur. Fakat biz 1999'dan beri her gün AB değerlerine yaklaşan, çoğulcu ve demokratikleşen bir Türkiye izliyoruz. Şüphesiz Türkiye henüz ne politik ne ekonomik ne de kurumsal bakımdan üyelik kriterlerini yerine getirmemiştir. Konumuz AKP ve reformlardaki son iki yıldaki duraklama olmadığı için bu konuyu açmak istemiyoruz. Biz dönelim farklı algılama sorununa.

İddianamenin de altını çizdiği gibi politik partiler parlamenter demokrasinin "olmazsa olmaz" unsurudur. Yakın Türkiye tarihine baktığımızda, parti yasaklamaları askerî darbe ve darbe sonrası nerede ise tüm politik akımları kapsamış ve politik partilere çoğu zaman düzeni tehdit eden unsurlar olarak bakılmıştır. Parti kapatmak, Türkiye Siyasi Partiler Yasası tarafından da "son çare" olarak öngörülmüştür. AB üyesi ülkelerde parti kapatmalar az yaşanan ve şiddet unsurunu şart koşan bir süreçtir. Biz son beş yıldır Türkiye'de devlet kurumlarının siyasi partiler veya sivil toplum kuruluşları üzerine hazırlanmış ve AKP'yi anayasal düzen için tehdit unsuru olarak gösteren ve önlem alınmasını tartışan bir rapor hatırlamıyoruz. AKP ne üyeleri, ne de parti teşkilatının çalışmaları yüzünden uyarılmamış, yasaların öngördüğü önlemlere maruz kalmamış, mesela devlet desteğinden men edilmemiştir. AKP herhangi bir parti değildir, iktidar partisidir ve son seçimlerde % 47 gibi bir oy oranı ile hükümet olmuştur. Bu yüzden açılan davayı Türkiye'de parlamenter demokrasiyi tehdit eden bir gelişme olarak algılıyoruz. Umuyoruz Türkiye bu krizden de güçlenerek çıkar, Cumhurbaşkanlığı krizinden güçlenerek çıktığı gibi. Demokratikleşen, hukukun üstünlüğünü, mahkemelerin bağımsızlığını, laik düzeni güçlendiren Türkiye, demokratikleştiği gibi AB'ye biraz daha yakınlaşacak, politik ve ekonomik istikrarı yakalayacaktır.
 
Kaynak: Zaman