Akdeniz bir koca mezar / Mülteci

Akdeniz çalkalandıkça cesetler vuruyor kıyıya. Çocuk, kadın, erkek; hepsinin ortak yanı, "dünyaya alınmaz" damgasıyla denize bırakmışlıkları. Akdeniz bir koca mezar. Irgalandıkça, dalgalar insanlığın utancını taşıyor kıyıya.

Her şey normalmiş gibi dönerken dünya veya petrole bulanmış karabatak kuşuyla gözlere indirilirken perde Akdeniz bağrından bir hamlede yedi yüz ölü doğuruyor. Fark etmiyor kimse rakamlar ölümün değil, haksızlığın anlatımında yetersiz kaldıklarını hissediyor.

Son yirmi yılda "yirmi beş bin" ve geçtiğimiz yılda toplam dört bin insan Akdeniz'in derin sularına gömüldü.

Bizim sessiz seyrimizin beslediği, gözümüze çekilen perdeyle görmezden geldiğimiz insafsızlık savaşında, sukutu nereye saklayabiliriz?

Ülkelerinin altı üstüne getiriliyor önce. İşe yarar ne varsa vakumlanıp alınıyor. Yetmediğinde başlarına akıl ermez kumpaslarla iç çatışmalar açılıyor. Yaşanmaz yapılan yerden kaçmaktan başka seçenek bırakılmadığında, insanlar gizlice canı koruma pahasına, yaşamanın küçük bir oranına sığınıp kendilerini bir hamlede belirsizliğe bırakıyorlar.

Karşılarında insan tüccarları. Ölüme insan taşıyan, taştan katı suratlarıyla, yalanı su gibi içen simsarlar.

Yolculuk böyle başlıyor.

Geride yaralı anılar, kavuşulması mümkün olmayan dostlar kalıyor. Halatlarını koparıp limandan aniden ayrılan gemiler gibi ayrılıyorlar vatanlarından. Bir yudum su, bir parça kuru ekmek uğruna. Üzerlerine namlu doğrultulmayan bir-kaç metre kare mekan için emniyetsiz yollara düşüyorlar.

Tek adları var: Mülteci.

İnsanlar eliyle dünyadan kovulmuş, yeri -yurdu, ekmeği elinden alınmış insan. Bir başka ifadeyle gök boşluğuna, denize gömülmekten başka tercihi olmayan insan. Devletlerden saklanan, insanlardan kaçan, bir bakışa muhatap olunca ölümle burun buruna gelen...

Mülteci.

Ölümü bekleyecek kadar sabır hakkı verilmeyenler.

İnsandan kaçarken, insana teslim olmanın tezadını düşünme süresine sahip olamayanlar.

Petrole bulanmış o karabatağın yerinde olmayı ne kadar isterlerdi oysa.

Ülkelerinden yola çıkarılan zenginlikler kadar kolay aşamıyorlar sınırları. Delemiyorlar insafsızlığın çelikten duvarını. Belinde tabancasıyla, örtüyü kaldırdığında güvenlikçi film aniden bitiyor. Bayrak rengi, güvenlikçinin üniforması detay bile değil.

Ya da soğuk sular.

Derin, karanlık, soğuk. Ölümün bir deniz canavarı olmadığını bilemeden gitmek de ayrı bir elem. Işıklı şehirlerin, insan yığını bulvarların limanına daha yaklaşmadan; soruyu sorma, cevabı arama aşamasına ulaşmadan daha, "girilmez" ibaresiyle çevrilmiş sınırların uzağında, gözleri açık gitmek...

Herkesten alacaklı, kimseye borcu olmadan.

Dünyanın alnına kara çalmaya gerek yok!

Yerinden edilen insanın, ölüme doğru ırgalanan binlerce, milyonlarca mültecinin son bakışı mahkum etmeye yeter dünyayı.

BM hiçlikten öte, trafiğin gayri adil polisi. Kimin mülteciliği kabul edileceği konusu başlı başına sorun yumağı. Arasat'da bekler gibi, ara yerde yıllarca bekleyen, umutları yerle bir ola binlerce mülteci var dünyada.

Hele bir de Filistinli'yse mülteci!

Ürdün'de hala altmış sekizden kalma, statüsü olmayan kamplar var. Mülteci haklarından yararlanamayan bu insanların ölüm denizi de bürokrasi.

Azar azar ölüm düşürülmüş paylarına. Vatan diyemeden, bastıkları toprağı sevgiyle saramıyorlar.

Ellerinden anahtarları.

Anahtar ki, vatanı, evi, dostları bir çırpıda anlatır; işte orası Filistin'dir. Bir anahtar başka hiç bir yerde böylesi büyük bir yükü taşıyamaz. Ve hiçbir anahtar, böylesi büyük bir anlatımla söze başlayamaz.

Anahtar Filistinli'nin elinde büyür ve göklerin kapılarını açıp cennetin kapısına dayanır. Defterinde ülke resmi bir kapıyla resmedilmişse, o çocuk Filistinli'dir ve dünyadan alacaklıdır.

İnsanın insana çok gelmesi, suç olarak yeter çağa.

Görülmeden denize gömülenlerin, sözleri düğümlü gidenlerin söz alacakları bir "gün" olmasın mı?