AK Parti iktidarı ve kritiği

 

Girdiği ilk seçimi (3 Kasım 2002) yüzde 34 oy alarak kazanan AK Parti 7 senelik iktidarının muhasebesini yaparken hangi kriterleri kullanmak gerekir?

      Burada sormamız gereken bazı sorular var:

      AK Parti'nin hayırlı olduğunu, iktidarının fayda sağlayıp iyileşme getirdiğini söyler veya aksini iddia ederken hangi düşünceyi, toplumsal kesimi esas almalıyız? Modern zamanlarda siyaset iktidar ilişkisini düzenlediğine göre, AK Parti, iktidar ilişkisini kimin lehine veya aleyhine düzenledi? Bu siyasi hareketin iktidar döneminde kimler kazandı, kimler kaybetti?

      Bu sorulara cevap bulmaya kalkıştığımızda,  durduğumuz yer, gözettiğimiz idealler, mensubu olduğumuz toplum, ülke veya evrensel aidiyet önemli rol oynar.

      AK Parti iktidarından küresel sistemin genel anlamda memnun olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye'nin geneli açısından 2002 ve 2007 genel milletvekili, 2004 ve 2009 belediye seçimlerini temel aldığımızda AK Parti'nin siyasi ve toplumsal desteğini devam ettirdiğini söyleyebiliriz. Fakat gözden kaçmaması gereken önemli bir nokta var: Siyaseti dikkatli bir biçimde gözleyenler, 2010'a gelindiğinde AK Parti iktidarının "sayısal üstünlüğü"nü devam ettirmesine karşılık "toplumsal desteği"nin giderek aşındığını tespit edebiliyor. Görece düşüş göstermekle beraber diğer partilere (CHP, MHP ve DTP yerine kurulan BDP'ye göre) AK Parti'nin sayısal üstünlüğünü devam ettirmesinde rol oynayan belirleyici faktör, muhalefet partilerinin sahici bir alternatif olamamasıdır.

      Böyle olunca "İstikrar bozulur, başka parti yok, napalım"  diyenlerin kimler olduğuna bakmak lazım. Burada esas alınacak kriterlerden biri kuşkusuz "ekonomi"dir.

       AK Parti iktidarları IMF ve küresel sistemin genel çerçevesini çizdiği yol haritalarını takip ederek ekonomide istikrarı korudular. Bu bir gerçek. Ama, faiz-borsa-döviz üçlüsü arasında süren söz konusu ekonominin mali piyasaları kapsadığını ve genel olarak üretmekten çok devlete borç veren iç ve dış mali güç çevrelerinin ekonomisi olduğunu söylemek mümkün. Asıl halkın, emeklinin, çalışanın, işçinin, memurun, çiftçinin, esnafın hayatını yakından ilgilendiren reel ekonomiye baktığımızda, önemli bir iyileşme olmadığını söyleyebiliriz. İstihdam daralmasına çare bulunamadı, işsizlik yüzde 10'ların çok üstünde seyretmeye devam etti, yoksullaşma oranında düşüş kaydedilmedi, açların sayısındaki artış önlenemedi.

        Temel hak ve özgürlüklerin sağlanması ve tesisi konularında 2010 yılına kadar herhangi bir iyileşme sağlanabilmiş değildi. Başörtüsüyle ilgili yanlış düzenleme Anayasa Mahkemesi'nden döndü, İmam Hatiplerin ve genel olarak meslek lisesi öğrencilerinin uğradığı katsayı mağduriyeti Danıştay'ca onaylandı, YÖK, kendi elemanlarının ifadesiyle "içlerine sinmeyen bir kararla" geçiştirildi.

       Temmuz-2009'da başlatılan ve önemli ayağı Kürt sorununu ihtiva eden "demokratik açılım" yanlış yöntem, tek-tip aktörler ve önceliklerin hatalı takibi dolayısıyla kendisinden beklenen sonucu vermedi, aksine 30 sene boyunca "siyasi" olarak devam eden bir sorun neredeyse "toplumsal sorun"a dönüşme istidadı gösterdi, ayrışmaya sebebiyet verecekmiş gibi algılanmaya başlandı.

      En dikkate değer gelişme hiç kuşkusuz dış politikada gözlendi. Çok boyutlu dış politika ve komşu ülkelerle sıfır ihtilaf parametrelerine uygun geliştirilen politika umut verici gelişmelerin önünü açtıysa da, daha derinden bakıldığında, bu politikanın nihayetinde

      a) Türkiye'nin salt milli/ulusal çıkarını esas alarak mı  tasarlandığı,

      b) Batı'yla ve elbette küresel hegemonya kurma peşindeki Amerika'yla eşgüdüm halinde mi yürütüldüğü,

      c) İslam dünyasının genel çıkarlarını, bir bütün olarak yeniden dirilişini ve zamanın genel gidişine uygun olarak bir bölgesel entegrasyon olma idealini mi ihtiva edip uygunlandığını kestirmek güç görünüyor.

      Ortada bir dizi belirsizlik var. Bölgemizde taşların yeniden döşendiği, küresel olarak yeni güç dengeleri ve potansiyel kutupların aktif hale geçtiği bir dünyada, ilk iki hedefe yönelik başarılı  bir dış politika tasarlamak mümkün değildir. Dünya salt devlet ve ulusal çıkar, etnisite, kavim, mezhep veya sınırlı bölgeye dayalı dış politika yapım dönemini çoktan geride bırakmış bulunmaktadır.

      Bir başka önemli nokta, söz konusu dış politikanın hangi kültürel idealler, ahlaki hedefler ve küresel vaadleri yedeğine alarak kendine bir meşruiyet ve ahlaki motivasyon sağladığı konusudur. Kısaca Türkiye, bölgesel veya küresel güç olmaya karar verir ve bu retorikle sahneye çıkarken, insanlığa neyi vaat ediyor? Batı'nın herkesin önüne koyduklarından farklı ne söylüyor?

      Eğer "İslam ile demokrasi, İslam ile laikliği bağdaştıran ülke"  imajını ambalajlayıp pazarlama veya "Brezilya dizileri"nin yerini alan "Türk dizileri"ndeki aile fecaatlerini, ahlaki yozlaşma ve ne doğulu kalabilmiş ne batılı olabilmiş nihilst bir kültürün boş ve amaçsız yaşam tarzını ihraç etme düşüncesine dayanılıyorsa, bundan "yumuşak güç" çıkmaz. Bu, İslam ve İslamcılık'tan özenle kaçınarak kendine siyasi kimlik arayışında olan muhafazakar demokrasi siyasetinin Türkiye ile beraber Ortadoğu'yu ve çevre havzaları da intihara sürüklemesi anlamına gelir.