Ak Parti eleştirisi (2)

Bütün yumurtalarını AB sepetine koyma riskini göze almasına rağmen, AB sürecinden Müslüman kitlelerin temel hak ve özgürlükleri alanlarında iyileşeme sağlama yönünde hiçbir mesafe alınmadı. Bunun sebebi AK Parti'nin bu sorunları somut ve açık bir talep olarak AB gündemine sokmaktan istinkaf edinmesidir.

"AB bu talepleri kaale almaz" demenin hiçbir mazereti yoktur. AK Parti, AB'yle ilgili vizyonunu ve değerlendirmeye mesnet teşkil edecek düşüncelerini liberal aydınlardan aldı, bu aydınların öncelikleri arasında Müslümanların temel hak ve özgürlükleri hiçbir zaman yer almadılar, hatta Müslümanların hak ve özgürlük taleplerini "dini vecibeler" statüsünde bile kabul etmediler. Maalesef AK Parti kendi asli ve hakiki referans çerçevesini değiştirmek suretiyle, trajik bir biçimde kendi kalesine gol atmayı marifet bildi.

Eğer kararlı davranılsaydı AB'nin Müslümanların hak taleplerini geri çevirmesi düşünülemezdi. Madem ki, AB'nin de Türkiye'ye ihtiyacı var –ki eski İtalya Başbakanı ve AB'den başka yetkililer bunu açıkça itiraf ediyor ve elbette öyledir- bu durumda hükümet her masaya oturuşunda Müslümanların sorunlarını dile getirmeliydi. En azından Almanya'da Merkel'in, Fransa'da Sarkozy'nin başa gelmesinden önce bunlara bir hal çaresi bulunmalıydı. Fakat hükümet kendini bu sorunlarla ilişkilendirmekten dahi korktu; öyle ki Başbakan'ın en yakın adamı televizyon ekranlarında "Biz kamuda hizmet verenlerin başörtüsü kullanmasına karşıyız, bu laikliğe aykırıdır" dedi.

3) Genel dış politika sorunlarıyla ilgili olarak hükümetin elinde AB yol haritası ve ABD'yle uyumlu bir dış politika izlemekten başka bir inisiyatif olmadı. Hatta uluslar arası ilişkiler ve dış politika konularında uzman olan akademisyen ve gözlemcilerin açıkça ifade ettikleri gibi, AK Parti'nin kendini Amerika ve Avrupa nezdinde "desteklenmeye değer parti" olarak takdim etmesinin en önemli argümanı budur. Eğer AK Parti, AB üyelik sürecini bütün var gücüyle ve samimiyetle yürüteceği yönünde sağlam bir taahhütte bulunmamış olsaydı, dış güçlerin onu desteklemesi düşünülemezdi. Dış politika konularında yeterince donanımlı olmadığı herkesçe bilinen lider buna inandırıldıktan sonra, AB üyelik sürecine dört elle sahip çıkıldı.

Bunun başlı başına bir nakısa olduğunu düşünenler elbette haksız değil. Şu varki, toplumda o gün için var olan genel eğilim, AB üyelik sürecinin Müslüman kitlelerin çektiği sıkıntıları aşmalarında umut vereceği yönündeydi.

Bunun hangi ölçülerde özgün veya başarılı bir tutum olduğu konusu üzerinde yeterince durulmuş, çok yönlü muhasebesi yapılmış değildir. Hükümetin –dış etkin destek kaygısıyla ve elbette AK Parti'nin kuruluşunda rol oynayan büyük güçlerle uzlaşma doktrini çerçevesinde- İsrail'le giriştiği açık ve gizli ilişkiler –en azından- Türkiye'yi "arkadan giden bir ülke" konumuna itti. Öyle bir noktaya geldi ki, Türkiye, Amerika ile bile ilişkilerini "İsrail üzerinden kurma"ya başladı. Türkiye gibi bir ülkenin elbette radikal bir biçimde Amerika, Avrupa ve hatta İsrail'le ilişkilerini kesmesini beklemiyor. Bu aşamada, yakın veya orta vadede çok akıllı bir tutum olmaz. Ancak elindeki gücü, avantajı ve kozları görmezlikten gelip, bir iktidarın iplerini İsrail'e kaptırması kabul edilemez. Kim bu yönde eleştiri yapıyorsa, iktidar çevresi "Bunlar radikal adamlar, real politikten anlamazlar" diye suçlamaktadırlar ki, bu da tamamiyle boş bir propagandadan ibarettir. Hakikatte olan şu ki, İsrail ile ilişkiler hiçbir zaman iddia edildiği üzere real-politik hesaplar dahilinde kurulmamış –ki kimsenin buna itirazı yok-, aksine içerde iktidara gelmenin ve iktidarda kalmanın yegane imkanı ve güvencesi olarak görülmüştür. Bazı münferit ve iç politikaya dönük çıkışlar bir yana, İsrail'le ilişkiler hiçbir dönemde bu seviyeye çıkmış değildir; öyle ki dünyadaki en büyük Yahudi kuruluşu olan JİNSA, 28 Şubat sürecinin baş aktörü Çevik Bir'den sonra ikinci ödülü Başbakan R. Tayip Erdoğan'a verdi. İsrail ve Yahudi kuruluşları, dünyada hiç kimseye, real politika yürüten kimselere bu ödülü vermez.