Afrika’nın kaderini bugün kim umursuyor? 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından güvenlik sorunları, 2008 krizinden itibaren kalkınma meseleleri ve çevre konusuna ilişkin Kopenhag başarısızlığı vasıtasıyla Afrika’ya karşı genel bir kayıtsızlığa saplanmış durumdayız.
Bunun, görüşlerin ve klişelerin daha az tutsağı olacağı için kıta adına daha iyi olduğu söylenecektir. Kendini beğenmiş bir “afro-optimizm”, şen küreselleşmeyi kutluyor ve kıtasal bir burjuvazinin ortaya çıkmasıyla her şeyin hızlı bir biçimde düzene sokulacağını zannediyor. Tanımı itibariyle insani iyiliğe inanmayan, “her halükarda, Afrika’yı kötü kılınmış” olarak gören “afro-pesimizm”, sefaleti, açlığı ve hastalıkları onların değil kıtanın doğal kötülüğünün ürettiği yönündeki anlayış, eylemsizliğin bahanesi haline geliyor.
Sürüp giden sömürgeci bakış açısı, yardımsever körlüğün uzaması, ahlak dersleri, güçsüzlüğün öfkesi ve kötü vicdanın çöküntüsünün hastalıklı karışımı bizi hem Avrupa ve hem de Afrika’da vazgeçilemez nitelikte tarihi bir ilişkinin yanından geçiriyor. Gayri safi hasılamızın %0,7’sini kalkınma yardımı olarak tahsis ettiğimizi bildiren vaadimizi yerine getirmedeki yetersizliğimizin resmettiği gibi, tüm bunlar Afrika’yı terk etmeye çalıştığımızı gösteriyor. Bu süre zarfında ne oluyor? Brezilya, Nijerya ve Güney Afrika ile bağlarını güçlendirmek için taarruza geçiyor. Çin Sahra-altı Afrika’sı için iki mislini yapmaya istekli bir duruma geliyor.
Buna karşın, geleceğimiz Euro-Afrika olacaktır. Bunun ekonomik gerekçeleri var: Afrika’nın gelişimi, gelecekte Avrupa’nın gelişimi olacak; Fransa, Almanya veya İtalya’daki pek çok küçük ve orta ölçekli işletme, bu kıtadaki faaliyetleriyle, özerk yerel teşebbüslerin doğuşunda yer alıyorlar.
Bunun yanı sıra insani gerekçeler var: Bundan böyle, beş milyondan fazla Sahraaltı Afrikalı insan Avrupa’da; yüz binlerce Avrupalı ise Afrika’da bulunuyor. Üniversitelerimiz on yıllardan beri kıta elitlerinin bir bölümüyle teşekkül etmekte.
Son olarak, Avrupa’ya, Afrika’ya olduğu gibi soğuk savaştan bakiye stratejik gerekçeler var. Pasifik, yeni dünya düzeninin merkezine dönüşürken; her iki kıtadaki cazibe merkezleri çevreye sürükleniyor. Avrupa savunmasının ilk adımlarını Afrika’da atması ve Eurocamp programı çerçevesinde Somali’deki korsanlığa karşı veya Afrikalı barış askerlerinin eğitilmesine ilişkin ilk başarıların kazanılması o kadar da tesadüf değil.
Fakat bakış açımızı ve ifade biçimimizi özgür kılmadığımız takdirde, Akdeniz’in her iki yakasında ve Sahra’da engellenmiş olarak kalacağız.
Afrika’nın sorunlarının köklerine, yani yozlaşmış sistemine, hem birbirlerine hem doğal kaynaklarına karşı zararlı ekonomisine ve katı demokrasi anlayışına eğilmek gerekiyor. Afrikalı elitlerin, sorumluluklarının ölçüsünü belirlemeleri ve yenilenme umudunu kavramaları şart. Değişimi başlatmayı kabullenmedikleri, eylemlerinin sorumluluğunu üstlenmedikleri ve meşruiyetlerini yeniden sağlamadıkları takdirde, Arap dünyasındaki kadar büyük çapta bir “Afrika Baharı” riskiyle karşı karşıya olduklarının farkına varmalılar.
Gerçek uzmanlaşmaya dayalı ekonomik planlama vasıtasıyla, kalkınma ve istihdamın hizmetinde daha güçlü ve daha açık bir devlet yapılanmasına koyularak bugün dönemin tercihini gerçekleştirmek mecburiyetindeler. Diğer taraftan, ulusal çapta karşılıklı değişime dayalı bir hizmet sayesinde, akademisyenler ve üniversite öğrencileri örneğinde olduğu gibi, kendi kıtasının geleceğinde tümüyle söz sahibi olma arzusundaki gençliğe de odaklanmak gerekiyor.
Bu elitlerin birbirini izleyen hoyratlıkları yatıştırmak için uzlaşma ihtiyacındaki rejimlerinin, şu andan itibaren açıklık ve istikrar sağlamak üzere, demokratik dengeyi tercih etmeleri gerekiyor. Bu, hakları ve sorumlulukları tanınmış bir muhalefet statüsünden geçiyor. Bu aynı zamanda, iktidar geçişinin ya hep ya hiç mantığıyla kendini gösterdiği eski devlet başkanlarının statüsünden geçiyor.
Bu elitler, Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu (ECOWAS), Güney Afrika Kalkınma Topluluğu (SADC) veya kıta çapında Afrika Birliği (AU) gibi bölgesel organizasyonları kıtasal bir işbirliği içinde tek merkezde toplamayı tercih etmeleri gerekiyor; çünkü Afrika’nın Kalkınması İçin Yeni Ortaklık (NEPAD) projesinin ilk belirişinin de kanıtladığı gibi sonuç elde edilebilmenin yolu eş baskıdır.
Bugünden, iyi sosyo-ekonomik ve politik enstrümanlar bir araya getirildiğinde barışsever bir “Afrika Baharı” yakındır. Afrika’nın bu dirilişine katkıda bulunmak için, Avrupalıların da bazı çabalar sarf etmesi gerekiyor. Ortaklığın eşitlik atmosferine girmeli ve tek taraflı yardım mantığından çıkmalıyız. 2007’de Lizbon’da faaliyete geçirilen stratejik ortaklıkla birlikte, bu konuda bazı gelişmeler mevcut.
İnsana, sağlığa, eğitime ve mesleki eğitime dayalı bir ortaklık inşa etmek durumundayız; zira bunlar her iki kıtanın ortak değerleri ve geleceğe dönük gelişimlerinin motorlarıdır. Seyahati ve ticareti kolaylaştıran büyük ulusaşırı taşımacılık yolları, demiryolu altyapıları ve bunun yanı sıra elektronik ağlar sayesinde sahici bir Afrika birliğini desteklememiz gerekiyor.
Söylememiz gerekeni söylemek için Afrika ülkelerinin yönetici elitlerin itibarlarını yitirme noktasına gelmesini beklemeyelim. Müzakere temelli değişim Suriye ve Libya’da kanıtlandığı gibi eski tutkuları salıveren ani kopuşlara daima tercih edilebilirdir.
“Fransa-Afrikası”nı sona erdirme işi, bir günde gerçeğe dönüştürülemez. Bununla birlikte o noktaya erişebiliriz. Köprüleri atmaya çalışmak yerine; hem ülkeden ülkeye hem de kıtadan kıtaya, açıklığa ve eşitliğe dayalı yeni bir ilişki inşa etmeye çalışmak gerekiyor. Gelin, Euro-Afrika ortaklığında buluşalım.
Kaynak: Le Monde / Dominique de Villepin – Fransa Başbakanı (2005-2007)
Çeviri: Muhsin Korkut