Mustafa Miyasoğlu adı uzun yıllar bu ülkede çeşitli yayınlarda yer almıştır. Dergilerde, gazetelerde, kitaplarda, medya organlarında. İki konu onun adına adeta iliştirilmiştir; roman ve Necip Fazıl. Hayatı boyunca her iki konuya yazıları ve sözleriyle büyük katkı sağladı. Romanın bir tür olarak önemini hep vurguladı ve bu alanda eserler verdi. İlk romanı Kaybolmuş Günler’den itibaren ülkemizin belli başlı romancıları arasında yer aldı. Necip Fazıl’ın bir yazar, şair ve düşünür olarak önemini hep vurguladı. Bu konuda birçok yazısı, eseri vardır. “Dava adamı” disipliniyle, fedakarlığıyla hep onun açtığı yoldan ilerledi.
Miyasoğlu’nun yayınlara pek yansımayan gayet önemli bir yanı vardır; hocalığı. Önce orta, sonra yüksek öğretim kurumlarında çalışırken bu işi bir geçim vasıtası olarak gören, kendi deyimiyle “edebiyat memurlarından” hiç olamadı. Bulunduğu yerlerde rahat duramadı. O her yerde bir kültür ve bir dava adamıydı. Ülkemizde türü gün geçtikçe azalan idealist modelde bir insandı. Hani, öğrencilerle yakından ilgilenecek, zaman sınırı tanımayacak, onları çalışmak, okumak, yazmak için motive edecek, onlarla birebir, dostça, arkadaşça iletişim kuracak.
Onu 70’li yılların ortalarında lise çağımda tanıdım. İzmit İmam Hatip Lisesi’nde genç, idealist, ince uzun bir öğretmendi. Sürekli okumanın ve edebiyatın öneminden söz ediyordu. Öğrencilerle dostça ilgileniyor, onlara yaşıtıymış gibi davranıyordu. Çoğu mütevazi bir arkaplandan gelen gençler, onun sohbetlerinde bir öğretmen tarafından adam yerine konmanın onurunu yaşıyor, güven buluyor, gelecek planları yapabiliyordu. O zaman belki bekar olduğundan yatılı öğrencilere daha fazla zaman ayırabiliyordu. Okulun yatakhanelerinden birisinde öğrencilerle oturmuş hararetle bir şeyler konuşan insan görürseniz o mutlaka Mustafa Miyasoğlu öğretmendi. Güngörmüş, ciddi, çoğu nispeten yaşlı idareciler için bu “gayet sakıncalı bir durum”du. “Bir öğretmen öğrencileriyle bu kadar yüz göz olmamalı” idi.
Bir gün yatakhanede birkaç kişi ranzalarımıza oturmuş Miyasoğlu hocayı dinliyoruz. Sohbetin koyu bir yerinde “mütalaa” zili çalıyor. Ama biz devam ediyoruz. Nöbetçi bir hoca diğer yatakhaneleri kontrol ederek geliyor, geliyor. Bizim odaya geldiğinde bizleri ve Miyasoğlu hocayı görüyor. “Öğrencilerle gereksiz ölçüde yakından ilgilenen, genç, tecrübesiz” hocayı… “Hocam zil çaldı” diyor. Miyasoğlu sohbetin bölünmesinden rahatsız, hiç tereddüt etmeden cevap veriyor; “Pavlov’un köpeği miyiz biz?”. Bu söz nöbetçi hocayı çok etkiliyor, çekip gidiyor. Fakat asıl etkiyi şüphesiz genç beyinlerde yapıyor. O günün eğitim sistemi içinde görüşünü açıklama cesareti çok önemliydi.
Her şeyden önce Pavlov deneyini henüz bilmiyorduk. Öğrendiğimizde bunun önemini daha çok anladık. İnsan şartlı reflekse terk edilemezdi. Onun aklı vardı. Düşünebilir, ona göre değerlendirip bir seçim yapabilirdi. Bu yaştaki gençler için “ciddiye alınmak” ne kadar önemlidir büyükler bunu anlamakta her zaman zorlanır.
Bizi Türk ve dünya edebiyatıyla, dönemin önemli dergileri Mavera, Diriliş, Büyük Doğu ile tanıştıran o oldu. Okula yakın bir yerdeki Mevlana kitabevinden o zaman bembeyaz birinci hamur kağıda basılan tabloid Diriliş dergilerini alarak okula getirdiğimi, tanıttığımı hatırlıyorum. Bir de çok ihtiyacımız olan cep harçlıklarımızı feda ederek hafta sonları İstanbul’a giden bir arkadaşın (Müslim) getirdiği kitaplardan satın aldığımızı. Kitaplar bizim hazinelerimizdi. Bir kütüphane oluşturarak okuyacak, okuyacaktık.
Lise çağındaki öğrencilerin kendileriyle ilgilenecek, rehberlik yapacak fedakar ve dolu bir öğretmenle karşılaşması çok önemlidir. Ne yazık ki öğretmenlerin çoğu yaptığı işin önemini kavrayamıyor. İş olarak dersini anlatıyor, zil çalınca çıkıp gidiyor. Artık öğrenci onun kapsama alanında değildir. Modası geçmiş idealizmin zamanı hiç değildir.
Maraş’ta Nuri Pakdil’in, Uşak’ta Akif İnan’ın, Eskişehir’de Mehmet Doğan ve Atasoy Müftüoğlu’nun daha kim bilir hangi okullarda hangi fedakar, cefakar rehberlerin, gönül erlerinin gayretleriyle yetişen öğrenciler bugün kim bilir nerelerde hizmet veriyor. Esasen yetişen her insanın öğrencilik yıllarında bir yol göstereni, bir destek olanı vardır. Bu kapsamlı bir eğitmenlik olabileceği gibi, bir işaret fişeği de olabilir. Sadece bir işaret. İstekli, gayretli bir öğrenci için ne kadarının yeterli olduğunu bilemezsiniz.
Sonra lise günlerimiz bitti. Üniversite yıllarımızda bir şekilde haberleştik. En çok da mektuplaştık. O zamanlarda insanlar birbirine mektup yazıyordu. Artık tarihe karışan bu iletişim biçimi başlı başına bir kültürel faaliyetti. Çünkü okuyorduk ve en azından mektup yazıyorduk. Miyasoğlu’nun evlendiğini, okul değiştirdiğini, İstanbul’a geldiğini hatırlıyorum. Şirinevlerde kaldığı evi, çocuklarının küçüklüğünü. Sonra yükseköğrenimde görev aldı. Sonra yurt dışında, Pakistan’da olduğunu duydum. Ailesiyle birlikte uzun bir süre Pakistan’da hizmet kaldı. Geri döndü. Bu arada kitapları peş peşe yayınlanıyor. Kendi yayınevini kurdu. Dur durak bilmeden, telaşlı bir şekilde, zamana karşı yazdı.
Çocukları büyüdü, emekli oldu, İstanbul’un dışında Küçükçekmece taraflarında müstakil bir evi oldu. Doğrusu bu süreci çok da yakından izleyemedim. Uzaktan haber alıyor ama görüşemiyorduk. İstanbul insanların bir arada yaşadığı ama birbirine ulaşamadığı bir şehir. Öte yandan, vefalı bir kültür içinde yaşadığımızı söyleyemeyeceğim. İnsanlar eskisi kadar birbirini aramıyor, birbirine dayanma gereği duymuyor. İnsan ilişkileri akrabalığa indirgenmiş durumda. Akrabalık bile çekirdek aileye indirgenmiş durumda.
Miyasoğlu hocamızın bahçeli güzel bir evi olduğunu duyduk. Liseden bir arkadaşla, Hasan Olgaç’la bir olup ziyaret ettik. Bize bahçedeki ağaçları tanıttı. Hangi ay gelirsek hangi meyveleri yiyebileceğimizi bir bir anlattı. Biz de kiraz zamanı, şeftali zamanı gelmeyi planladık. Bahçedeki ocak başında piknik yapacaktık. Bize çalışma odasını gösterdi. Geçmiş günlerden, memleket işlerinden, anlatıp duruyordu. Yaşama ve çalışma heyecanını hiç kaybetmedi. Hep önünde yapılacak birçok iş vardı. Emekliye ayrılacak insanlardan değildi.
Derken hasta olduğunu duyduk. Hastanede kalmış, sonra eve getirilmişti. Başında bir rahatsızlık çıktığını, fakat iyileşmekte olduğunu söylediler. Tedavi sonuç veriyordu. İşte o zaman evine gittik. Onunla son kez sohbet ettiğimizi bilmiyorduk. Bize planlarından bahsediyor, ülke sorunlarıyla, dünya işleriyle yakından ilgileniyordu. Ondan umutlu bir şekilde ayrıldık.
Sonra tekrar hastaneye alındığını duyduk. Bu defa iyi değildi. Ziyaret etsek de görüşemedik. Doktorlar umut olmadığını söylemişlerdi. Nitekim az zaman sonra onu kaybettiğimizi duyduk. Hastalık hızla ilerleyerek görevini yapmıştı. Vadesi buraya kadarmış. Bu kısa yazıda anlattığım, bir gönül erinin hikayesidir. Kitapları herkese ulaşabilir ama hayat hikayesi ayrı bir olaydır. Onu ancak yakından tanıyanlar açığa çıkarabilir.