Avrupalılar işlerinin ve birikimlerinin geleceğinden korku duymaya başladığında, hükümetleri ve şirketleri kolaylıkla borç alamadığında, bankalar çökmeye ve ortak para birimi sallanmaya başladığında, AB sadece ekonomik değil, siyasi krizle de karşı karşıya demektir. Ve Avrupa liderleri şimdiye dek bu tehdide karşı koyacak kapasitede davranmadı. Son 18 ayda çoğunlukla inkâra ve boş laflara sığındı-lar. Son dönemdeki kemer sıkma yarışına ve son dakikada kapsamlı bir kurtarma fonu ortaya çıkarmasına rağmen, Avrupa giderek küçülen bir güç gibi görünüyor.
Asya ve Amerika’da bu başarısızlıkları küçümsemek moda oldu. Avrupa’nın devrinin geçtiği söyleniyor. Yine de hastalıklı bir Avrupa’nın kimseye faydası yok. AB bu haliyle bile dünyanın en büyük ekonomisi. Birlik sağlıklı olsaydı, küresel ekonomik krizin en kötü dönemi atlatılmış olurdu. Siyasi açıdan bakılırsa, Avrupa’nın rakip ulus devletlerin savaşmak yerine egemenliklerinin bir kısmını bir havuzda birleştirerek daha iyi günler görebileceğine inanan ‘Büyük Fikri’nin sonunun ne olacağı meselesi herkesi ilgilendiriyor. Toplumsal açıdan da, Avrupa’nın ‘Büyük Sorunu’yla, yani hükümetlerin ve sosyal korumacılığın büyüye büyüye en sonunda kendilerini finanse eden ekonomileri boğacak hale gelme eğilimiyle de tüm demokrasilerin er ya da geç boğuşması gerekecek.
Fransızlar Almanlara karşı
Bu yüzden dünya Avrupa’nın iktidarsızlığına bıyık altından gülmek yerine kıtanın eski zindeliğine kavuşup kavuşamayacağını ve kavuşabilirse de bunun nasıl olacağını sormalı. Biz, moda olanın aksine iyimser bir cevap sunuyoruz. Avrupa’nın hezimeti kader değil. AB liderleri biraz cesaret gösterse, bu kriz kendilerine 1980’lerden beri görülen en iyi canlanma şansını sunuyor.
Orta ve doğu Avrupa’nın hâlâ Sovyet bloğunun parçası olduğu 1980’lerde, Avrupa iki petrol krizi nedeniyle düşük büyüme hızı ve yüksek işsizlik oranlarından mustaripti. Bu kriz, Jacques Delors başkanlığındaki Avrupa Komisyonu’nu 1992’de ortak pazara ve Avrupa kurumlarını gençleştirmeye yöneltti. Bu reformlar AB tarihindeki en dinamik dönemlerden birine zemin hazırlamıştı. Bugünün liderleri de bundan ders almalıydı ama ne yazık ki asıl önemli noktayı göremiyorlar.
Avrupa’da avronun kaderiyle uğraşan ve Delors’dan esinlenen bazıları, krizlerin entegrasyonda her zaman sıçramaya yol açtığını söylüyor. Fransa’nın başını çektiği bu gruba göre, Yunanistan’dan güney Avrupa’ya sıçrayan karmaşa, avro bölgesinin teknokrattan ziyade daha siyasi bir güç çekirdeğine ihtiyacı olduğunu gösteriyor. ‘Haksız’ rekabeti sınırlamak için Avrupa genelinde aynı emek standartlarının uygulanması ve vergilerde de bir kısım uyumlulaştırma gibi talepleri var.
Gelgelelim bu tarz bir entegrasyona duyulan iştah diğer ülkeler tarafından, hatta para politikası sunan siyasetçilere güvenmeyen Almanya tarafından bile paylaşılmıyor. Zamanında avronun da tıpkı sevgili Alman Markları gibi aynı disiplinle yönetileceği güvencesi verilen Almanlar, Avrupa’nın bütün yeni planları için para çıkarmaktan bıktı. Almanya ülkelerin fazla harcama yapmasını önleyecek ve gerekirse sabitlenecek sert bir kurallar sistemi istiyor.
Fransızların fikri kabul edilebilecek gibi değilse, Almanlarınki de işleyemez. Siyaset, avronun başlangıcından beri ekonomiye baskın gelme eğilimi gösterdi. Avro bölgesindeki 16 ülkenin tümünün sorumlu davranması için karar çıkartmanız imkânsız. Er ya da geç birileri kuralları ihlal edecek, diğerleri de işine geldiği için buna göz yumacaktır.
Avronun bu en önemli iki üyesi arasındaki çelişki üzerine düşünenlerse, ya entegrasyon ya da çöküş öngörüyor. Yoldan çıkan ülkelerle baş etmeyi becerecek net bir siyasi mekanizma bulunmadıkça avronun bu gibi krizleri yaşamaya mahkum olduğunu iddia ediyorlar. Bu bakış açısı bir gün haklı da çıkabilir, ama bu kişiler Avrupa’nın uzlaşma sanatını hafife alıyor. Avronun parçalanmasının getireceği maliyet felaket olacağı ve AB’nin varlığını tehli-keye atacağı için avroyu devam ettirme kararlılığını da gözden kaçırıyorlar. Bu yüzden şimdilik en muhtemel sonuç ne çöküş ne entegrasyon; muhtemelen avro bölgesi bir şekilde durumu idare edecektir.
İdare etmek sorunlardan kaçmak demektir, onları çözmek değil. AB iç mekanizmalarında boğulmak yerine, Delors’un programının daha radikal olan, ekonomisini serbest bırakmaya ve tek pazarı kurmaya odaklanan öbür yarısından ders çıkarmalı. Ekonomik büyümesine böyle bir güç kazandırmakla siyasi güçlüklerini hafifletebilir. AB liderleri şu anda güçlerini harcamaları kısmaya harcayacak yerde keşke biraz da 1992 tarzı bir reform gerçekleştirselerdi...
Tek pazar henüz yarı yarıya kurulmuş durumda. İtalyan iktisatçı ve eski komisyon üyesi Mario Monti geçenlerde daha ne kadar çok işin yapılması gerektiğini gözler önüne serdi. AB hizmet sektöründe ABD’den yüzde 30 daha az verimli; zira Avrupalı hizmet şirketleri ulusal bariyerlerin ardında faaliyet gösterdiklerinden daha az yenilik üretiyor. Sağlık gibi bazı alanlar AB genelindeki rekabetten bütünüyle muaf.
Telekomünikasyon gibi bazı ileri teknoloji sanayileri koruma altında ve e-ticaret gibi sektörler 1992’de daha ortada bile yoktu. Enerji tedariki doğru düzgün liberalleştirilmedi; sınır ötesi borçlar kolay tahsil edilemiyor. Ulusal çerçevede yapılacak işler listesi de en az bunun kadar uzayıp gidiyor. İspanya ve İtalya’da ayrıcalıklı işçiler korunduğundan yeni kalıcı istihdam alanları teşvik edilemiyor. Alman müteşebbisler bir iş kurarken ortaya koydukları öz kaynak üzerinden hemen vergilendiriliyor. Avrupalılar tüm ülkelerde erken emekliye ayrılıyor.
‘Seçilemeyiz’ mazereti geçersiz
Reformla aradaki engel hep siyasi oldu, hiçbir zaman ekonomik değildi. Lüksemburg başbakanı Jean-Claude Juncker 2007’de bunu en güzel şekilde ifade etmişti: “Ne yapılması gerektiğini hepimiz biliyoruz da, yaptıktan sonra bir daha nasıl seçiliriz onu bilmiyoruz.”
Peki bu mazeret hâlâ geçerli mi? Kriz Avrupa’nın siyasi manzarasını değiştirdi. Avronun, hükümetlerin para birimlerini devalüe etme yoluyla rekabet güçlerini yeniden oluşturmalarını engelleyerek, reformu teşvik etmesi gerekiyordu. Etti de. Yunanistan, İspanya ve diğerlerinin avronun düşük faiz oranlarını parayı çarçur etmek için mazeret olarak kullandıkları ilk dönemlerde değil belki. Ama şimdi, her ne kadar akşamdan kalma da olsalar uyandılar ve reformun daha fazla ertelenemeyeceğini gördüler.
Son 20 yılda Avrupa’nın imtiyazlı üyeleri değişimi engelledi. Delors serbest pazar liberallerinden ve Avrupa entegrasyonuna inananlardan bir koalisyon oluşturarak bunlara baskın gelmeyi başarmıştı. Bugün kriz Avrupa liderlerine yine tek pazara odaklanacak kendi reform koalisyonlarını oluşturma şansı sunuyor. Bu şansı yakalamalılar. (Başyazı, 9 Temmuz 2010)
Kaynak: Radikal