AB’nin Gelişim Süreci Bağlamında Haziran 2007 Zirvesi 2:

Avrupa Birliği (AB), 21-23 Haziran 2007 tarihindeki Zirve toplantısında, Anayasa Antlaşmasından geriye gidilerek, “mini anayasa” denebilecek Reform Antlaşması kararıyla bir “alt dalgayı harekete geçirme” yaklaşımı benimsemiştir. Bu geriye gitme görüntüsüyle; aslında, “anayasa hukuku”nun doğuş koşullarını sahiplenir bir hava yansıtırcasına, “Kara Avrupa’sı” hukuk düzeninden “Anglosakson” geleneğe evrilmeyi tercih etmiştir denebilir. Bu dönüşümü hiç yabana atmamak lazımdır. Zira AB’nin köklü temellere ve iz bırakıcı geleneklere dayandırılma mantığı bağlamında meseleye bakınca; modern hukuk tarihinin en önemli basamaklarından biri konumundaki Manga Carta’nın AB’ye mal edilmesine zemin hazırlanması bakımından, bu tercih ciddi bir hamle olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla, AB Anayasa Antlaşması’ndan geriye gidilerek “mini anayasa” çalışmalarına rıza gösterilmesi belki bir başarısızlık olarak ortada duruyor olsa da; Manga Carta çizgisine dönülmesi yönünden bakınca, şayet iyi kullanabilirlerse, AB için ciddi bir sükse olacaktır denebilir.

 

Öte yandan Avrupalılar (Kara Avrupası) bu evrilmeyle birlikte, bütünleşme uğruna, kendilerine yabancı saydıkları gelenekleri benimseme hususunda bile ne derece mahir olduklarını, “mini anayasa” seçeneğini benimsemekle net bir şekilde göstermiş oldular. Bilindiği üzere, İngiliz hukuk geleneği Manga Carta (Büyük Sözleşme) veya Magna Carta Libertatum (Latince: "Büyük Özgürlükler Sözleşmesi")’dan beri, “mini yazılı metin” geleneği üzerine temellendirilmiştir. İngiltere’nin yazılı bir anayasasının olmaması da buradan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla, AB’nin Haziran 2007 Zirvesi’nde alınan “mini anayasa” kararı, 1215 yılında imzalanmış bir İngiliz belgesi niteliğindeki Manga Carta geleneğinin Avrupa entegrasyon sürecine damgasını vurmaya başladığı anlamına gelebilir. Zaten Manga Carta’nın, günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihi sürecin en önemli basamaklarından biri olduğu dikkate alınınca, AB’nin bu tercihinde pek yadırganacak bir durumun söz konusu olmadığı rahatlıkla ileri sürülebilir. Ayrıca, Kara Avrupa’sında yerleşik Anayasa sisteminin “birleşik Avrupa” idealine uygun olmadığı; şayet, illa da bir Anayasa yazılacaksa, üyelerin uzlaştırılabilmesine zemin hazırlamak üzere olabildiğince kısa, özet ve teknik olması gerektiği kanaati oluştuğu için, Anayasa Antlaşması’ndan Reform Antlaşması’na çark edilmiştir. O nedenle, Kara Avrupa’sına ait AB fikrine Anglosakson hukuk modeli uygun görülmüştür.  

 

Bu durumun zayıf ve güçlü yönlerinin, ne getirip ne götüreceğini şimdiden belli ölçüde öngörebilmek için, AB’nin Haziran 2007 Zirvesi sonuç bildirgesinin satır aralarını ve ruhuna iyi okumak gerekir. Zirvede, “1 Mayıs 2004 genişlemesinden sonra yapılan her AB zirvesinde yaşanan AB’nin geleceğine, genişlemesine, derinleşmesine yönelik tartışmalar bu sefer onun daha önceden kabul ettiği antlaşmalarından da vazgeçmesini gerektirecek ciddiyete ulaştı.” O nedenle, Anayasa Antlaşması’ndan vazgeçilmiş olması ciddi bir “şok gelişme” olmakla birlikte; alınan kararların hedeflediği nokta ve ortaya koyulan birliktelik ruhu dikkate alındığında; her şeye rağmen AB’nin hedeflerinde ne derece kararlı olduğunu belirgin bir biçimde ortaya koymaktadır. Ancak, Türkiye açısından meseleye baktığımızda; AB’nin nihai hedefinde Türkiye’nin “üyelik arzusunun karşılanması” değil de, topraklarının belli bir parçasının ele geçirilmesi olduğu rahatlıkla hissedilmektedir. Zira her şeye rağmen “orta büyüklükteki” Türkiye’yi yanlarında tutma gayretlerine rağmen, Kopenhag Kriterleri’nin Antlaşmalara girdirilmesi yönünde oluşan kanaatlere bakınca, reform dayatmaları altında öngördükleri gelişmeleri sağladıktan sonra, mevcut haliyle Türkiye’yi dışlayacaklarının sinyalini vermişlerdir. Bu bağlamda, uzun yıllar yaptığım çalışmalardan anlayıp hissettiğim; “Doğu ve Güneydoğu” bölgelerini başkalarına bırakmış (parçalanmış) bir Türkiye’nin AB’ye alınması hesaplarına yönelik hazırlıklarını hızla sürdürmektedirler.

 

Gerçekten, AB’nin üzerinde bina edildiği Antik Yunan ve Roma geleneklerinin bulunduğu önemli coğrafi yer ve mekânların Türkiye’nin batı kısımlarında yer aldığı gerçeğinden hareket edersek; Manga Carta’ya sahiplenme istidadındaki bir AB’nin, Türkiye’deki kutsallarından vazgeçme niyetinde olmadığı noktasına varıyoruz. Zaten, “imtiyazlı ortaklık” ya da “Akdeniz Birliği’nin başat aktörü olma” vs. gibi sürekli çeşitlendirilen projelerle Türkiye’nin kafasını karıştırmaya çalışmalarının ve hatta çeşitli reform çalışmalarıyla çözülmeye itmelerinin arkasında hep “AB’nin Türkiye üzerindeki emelleri” vardır denebilir. İşte bu oyalama ve uyarlama taktiklerinin devreye girdirilmesindeki asıl amaç, AB’nin arzuladığı hacimde (AB’nin hazmedeceği büyüklükte) bir Türkiye’nin oluşturulması için yeterli zamanı kazanmaktır. Bu yönden bakınca, AB’deki gelişmelerin değerlendirilmesini; Türkiye’nin üyelik hevesleri yerine, “uygarlıkların gelişim seyri ve sergilediği başarılı modeli” yönünden ele almak daha mantıklı olacaktır. İşte, bu bakış açısından hareketle, Haziran 2007 Zirvesinde “alınan kararlar” bağlamında, AB’nin geldiği son noktayı şu şekilde değerlendirebiliriz:

 

1. AB, Haziran 2007 Bahar Zirvesi Sonuç Bildirgesi’nde, tek kutuplu küresel dünya sisteminde ayakta durabilmek ve stratejik amaçlarına ulaşabilmek için, üye ülkelerin birlikte hareket etmeleri ve bunun için de “Avrupa vatandaşlarının yararını öncelemek kaydıyla” iç reform sürecine odaklanmaları gerektiği fikrini daha net bir şekilde ifade etmiştir (Md. 1-2-6). Buradan anlıyoruz ki; ABD’nin AB üzerindeki tahakkümü ile Çin-Hindistan-Rusya mihverinin dizayn etmeye çalıştığı Şanghay Beşlisi’nin ciddi çıkışları karşısında Avrupa Ülkeleri, geleceğin küresel rekabet ortamında etkin bir “küresel aktör” olabilmek için mutlaka birlikte ve bütünleşmiş olarak hareket etmeleri gerektiğine inanmaktadırlar. Zaten, bunun gereği olarak da, “iki ileri, bir geri” taktiğiyle, sürekli olarak daha ileri gitmeyi kararlılıkla sürdürüyorlar.

2. Temmuz 2007’nin sonunda toplanacak olan AB Hükümetler Arası Konferansı (HAK), Aralık 2007’nin sonuna kadar “mini anayasa” odaklı Reform Antlaşması çalışmalarını tamamlayarak, 2009’daki Avrupa Birliği Parlamentosu seçimleri öncesinde bütün üye ülkelerce onaylanmasının sağlanması için yeterli genişlikte bir zaman ayırmış olacak. Üye ülkelerin Zirvedeki arzu, karar ve beklentilerine göre, “İrlanda’nın iç mevzuatında var olan referandum kuralı” değiştirilebilirse, hazırlanacak olan “mini anayasa” hiçbir üye ülkede referanduma götürülmeyecek; prosedür ve kalıcılık olması gereğiyle usulen, üye ülkelerin parlamentolarında onaylanarak yürürlüğe girdirilecek (Md.10-13). Açıkçası, mini anayasa çalışmalarının onaylanması hususu neredeyse önceden garantiye alınmaya çalışılmıştır denebilir.

3. Avrupa Birliği üyelerinin bütününden müteşekkil “birliğin ortak sınırları” vurgusu bu defa daha da geliştirilerek; AB’nin, Birliğin ortak dış sınırlarının yönetimiyle doğrudan ilgilenmesi ve bu amaçla ortak mekanizmaların devreye girdirilmesine imkân tanınması aşamasına geçilmiştir. Ayrıca, üye ülkelerin vize işlemlerinin aşamalı olarak AB nezdinde oluşturulacak ortak mekanizmalara devredilmesi net bir şekilde kararlaştırılmıştır. Benzer biçimde, Avrupa Göç Politikası konusunda alınan mesafeler de, AB’nin ortak mekanizmalar oluşturma hususunda önemli bir mesafe aldığı anlamına gelmektedir. Açıkçası, “özgürlük, güvenlik ve adalet” vurgusu üzerinde daha da derinleştirilmeye çalışılan AB; ortak dış sınırlar, vize işlemleri, göç politikası ve Şengen Bilgi Sistemi Projesi çerçevesinde AB içerisindeki tüm engellemelerin tamamen ortadan kaldırılması amacıyla 2008 yılı sonuna kadar tüm altyapının oluşturulacağı yönünde yapılan taahhütlerin hepsi birlikte düşünüldüğünde, “birleşik devlet” olmasa da, o işlevi yansıtma anlamında önemli adımlar atmıştır (Md.15-19, 23).

4. Avrupa Birliği Anayasası rafa kaldırılmış olmakla birlikte, “ana hukuksal metin” ihtiyacını giderecek bir “mini anayasa” hazırlanacağı için, mevzuat birlikteliğinin ana dayanağı yine belirginleştirilmiş olacaktır. Dolayısıyla, anayasa çalışmasından geriye dönülmesinin yaptığı şok etki ve negatif propagandanın etkisiyle, örtülü bir şekilde “Avrupa Hukuk Birliği” yönünde hızlı adımlarla ilerlemenin kapısı aralanmıştır. Mesela, üye ülke mahkemelerinde alınan kararların doğrudan bütün AB sınırları içerisinde geçerli olması yönünde oluşan ortak kanaat ve bunun belli ölçüde bu Zirve kararlarına yansıması bu yönde atılmış önemli bir adımdır. Terör bahanesi arkasına saklanarak, üye ülke polis ve yargı teşkilatlarının Birlik mekanizmaları içerisine dâhil edilme sürecine daha belirgin bir zemin hazırlanması da dikkate alındığında; İçişleri ve Adalet alanlarında önemli bir üst noktaya kapı açıldığı söylenebilir (Md.24, 27).

5. AB vatandaşlarıyla ilgili öylesine sahiplenici, destekleyici, kaynaştırıcı, güçlendirici ve bütünleştirici kararların önü açılmaktadır ki; AB üyesi ülkelerin vatandaşları, “alt kimlikleri” korunuyor görünmekle birlikte, “Avrupalılık” üst kimliği temelinde kaynaşma çizgisine getirilmektedir. 2007 yılı sonuna kadar, kişisel verilerin korunması konusunda bir Çerçeve Karar üzerinde anlaşmaya varılması ortak fikriyle (md.26) vatandaşların güvenlik ve özgürlüğünü daha da garantili konuma getiriliyor. Öte yandan ırkçılık ve yabancı düşmanlığının belirli biçimleriyle mücadele konusunda üzerinde anlaşmaya varılan Çerçeve Karar (md.27) temelinde AB’yi oluşturan onlarca farklı etnik ve dinsel mensubiyetteki kişilerin kaynaşmasına zemin hazırlanmaktadır. Benzer biçimde Avrupa vatandaşlarının çıkarları açısından, ahdi yükümlülükler (Roma I) ile evlilik (Roma III) ve nafaka yükümlülüklerine ilişkin düzenlemeler öngören Tüzükler üzerinde hızlı bir şekilde anlaşmaya varılmasının gerekliliğine vurgu yapılması (md.28); tüketici sözleşmeleri de dahil olmak üzere Topluluk hukukunda, sözleşme hukukuna ilişkin hükümlerin tutarlılığı ve uyumu ile ilgili çalışmaların sürdürülmesinin teşviki (md.29); ulusal sabıka kayıtlarına ilişkin bilgilerin Avrupa çapında paylaşılmasına yönelik ilerlemeleri kabul etmekle beraber, ulusal kayıtların Avrupa ağı kapsamında karşılıklı bağlantılı hale getirilmesi gerektiğine vurgu yapılması (md.30); Komisyon’un sanal suç ile mücadeleye ilişkin yayımladığı Tebliğle ilgili olarak “çerçeve tutum” geliştirilmesi yönünde ortaya koyulan ortak irade(md.31) Avrupalılık üst kimliğinin yerleştirilmesi ve iç işleyişin entegrasyonu alanında atılmakta olan önemli adımlara işaret etmektedir.

6. Avrupa Birliği Anayasası’nın raftan kaldırılması ve mini anayasaya ise “Reform Antlaşması” gibi bir isim verilmesi sebebiyle, daha sonra “yasa” olarak değiştirilmek üzere, alt basamak mevzuat düzenlemelerinin en üst kademesine “tüzük” denerek, mevzuat birlikteliği noktasındaki farklı derecelerde çalışmalara hız kazandırmak üzere düğmeye basılmıştır. Bu bağlamda, tek pazara geçilmesine rağmen, iç pazarın dört serbestîsinin güçlendirilmesi ve isleyişinin geliştirilmesi sayesinde “büyüme, rekabet ve işgücü” açısından büyük gelişmeler sağlanacağı da dikkate alınarak, ulusal teknik kuralların uyumlaştırılmasına halel getirmeden, yeni yaklaşım ve karşılıklı tanıma tüzüklerinin hızla kabul edilmesi bunların en önemlilerinden birisidir. Aynı şekilde, Posta hizmetlerinde iç pazarın tamamlanması (md.33), Avrupa Konseyi, Ortak Teknoloji Girişimleri (ARTEMIS- bilgisayar sistemleri, IMI- Yenilikçi Ecza Girişimi, Temiz Gökyüzü, havacılık ve hava taşımacılığı ve nano-elektronik teknolojilerine ilişkin ENIAC) için ilk dört teklif üzerinde hızla anlaşmaya varılması için mevzuat çalışmalarına hız verilecektir (md.34). Ayrıca Avrupa Teknoloji Enstitüsü Tüzüğü’ne ilişkin genel bir yaklaşım belirlenecektir (md.35).

7. Avrupa Birliği, “ortak dış politika” anlayışıyla, ABD’ye bağımlılıktan kurtulmak ve geleceğin dünyasında tek vücut olarak daha güçlü bir yer edinebilmek üzere ciddi gayretler içerisinde olduğunu Haziran 2007 Zirvesi’nde aldığı kararlarla da göstermiş oldu. Zirvede “Avrupa Komşuluk Politikası’nın büyük önemi”ne vurgu yapılması (md.45) ve Haziran 2007’deki G–8 Zirvesi’nde Brezilya, Çin, Hindistan, Meksika ve Güney Afrika ile yeni bir diyalog başlatmak üzere devreye girdirilmiş olan “Heiligendam süreci”nin memnuniyetle karşılandığı görüşüne yer verilmesiyle AB; dış dünyaya, AB’ye üye devletlerin dış politikada da “ortak bir tek ses” vermeye kararlı olduklarının mesajını vermiştir(md.48). Diğer yandan Euromed yapılanmasıyla Akdeniz ülkeleriyle ilişkilerin önemine vurgu yapılması, Orta Asya ile yeni bir ortaklığa ilişkin bir AB stratejisinin kabul edilmesi (md.47) ve Haziran 2005 Zirvesi’nin Sonuç Bildirgesi’ni dikkate alarak ortak bir AB-Afrika stratejisinin Aralık 2007’ye kadar kabul edilebilmesi için Afrika Birliği ile daha yakın ilişkilere verdiği önemin altını çizilerek, “AB ve Afrika: Stratejik Ortaklığa Doğru” başlıklı AB stratejisinde üstlenilen taahhütlerini keskin bir şekilde yineleyerek “Birleşik Avrupa” hedefini yeniden dünyaya ilan etmiştir.(md.50-51).

8. AB Antlaşması’nın 49. maddesinin sonuna yapılan ekle; Kopenhag kriterlerinin, AB’nin yazılı antlaşmaları içerisine girdirilmesine ve üyeliğe aday olan ülkelerin bu kriterleri yerine getirip getirmedikleri yargı denetimine açık hale getiriliyor (EK-I). Alınan bu kararın uygulama aşamasına getirilmesi halinde, Türkiye’nin önünü kesmek üzere önemli bir araç muhalif üye devlet ve AB vatandaşlarının eline verilmiş olacaktır. Zira, kafası kızan veya Türkiye’yi sevmeyen her AB vatandaşı, Adalet Divanı’na konuyu götürmeye kalkacaktır. Tabii ki Türkiye de, bütün kriterleri yerine getirmiş olmasına rağmen “siyasi gerekçelerle” AB’ye üyeliğe alınmadığı iddiasıyla Yüksek Mahkemeye müracaat etme hakkına sahip olacaktır. Ayrıca Türkiye’ye, bütün üyelerin ortak onayıyla “aday üyelik hakkı” kendisine verilmiş olması nedeniyle, kazanılmış haklarını koruma imkânı da doğmaktadır. Bu değişik ekle birlikte AB’ye üyelik hususunda, AB’nin yargı sistemi doğrudan meselenin içerisine çekilmiş oluyor. Dolayısıyla, “Türkiye’yi oyuna getirmeye çalışanların oyuna düşmeleri” büyük ihtimaldir.

9. Temmuz 2007’nin sonunda toplanacak olan Avrupa Birliği Hükümetler Arası Konferans (HAK)’ta hazırlanacak olan Reform Antlaşması yoluyla genişlemiş olan Birliğin etkinliği, derlenip toparlanması, daha da yekvücut olmassı ve demokratik meşruiyeti ile dış faaliyetlerinin tutarlılığını güçlendirmek amaçlanmaktadır. Reform Antlaşması, yürürlükte kalacak olan mevcut Antlaşmalara, 2004 yılındaki HAK’tan kaynaklanan yenilikleri getirecektir. Reform Antlaşması; diğer anlaşmalara dokunmadan, sadece Avrupa Birliği Antlaşması ile Avrupa Topluluğu’nu Kuran Antlaşmayı değiştiren iki esas maddeyi içerecektir. AB Antlaşması mevcut ismini muhafaza edecek ve Avrupa Topluluğu Antlaşması’nın ismi “Avrupa Birliği’nin İsleyişine İlişkin Antlaşma” olarak değiştirilecek, Birlik tek bir tüzel kişiliğe sahip olacaktır. “Birlik”, “Topluluk” kelimesinin yerine geçecektir. İki Antlaşmanın Topluluğun dayandığı Antlaşmalar olduğu ve “Birliğin” Topluluk yerine geçerek halefi olduğu belirtilecektir. Euratom Antlaşması ve mevcut Protokollere ilişkin teknik değişiklikler, 2004 yılında HAK’ta karar verildiği üzere, Reform Antlaşması’na eklenen Protokollerle yapılacaktır (EK I, md.1-2).

10. AB Antlaşması ve Avrupa Birliği’nin İsleyişine İlişkin Antlaşma anayasal bir niteliğe sahip olmayacaktır. Antlaşmalarda kullanılan teknik terimler bu değişimi yansıtacaktır: “Anayasa” kavramı kullanılmayacak, “Birlik Dışişleri Bakanı” Birliğin Dış İlişkiler ve Güvenliğe İlişkin Yüksek Temsilcisi olarak adlandırılacak, mevcut “tüzük”, “direktif” ve “karar” kavramları korunacak ve “kanun” ve “çerçeve kanun” kavramları kullanılmayacaktır. Benzer şekilde, değiştirilen Antlaşmalarda bayrak, mars vs. gibi AB’nin sembollerine ilişkin madde olmayacaktır. AB hukukunun üstünlüğü dikkate alınarak; HAK, Adalet Divanı’nın mevcut içtihat hukukunu hatırlatan bir Deklarasyon kabul edecektir. Mevcut antlaşmalarda yapılan değişikliklerin içeriği dikkate alındığında; 2004 yılında HAK’ta karar verilen yenilikler AB Antlaşması ve Avrupa Birliği’nin İsleyişine İlişkin Antlaşmaya entegre edilecektir. Üye Devletlerle son 6 ay içinde yapılan görüşmeler sonucunda bu yeniliklerde yapılan değişikliklerle “AB hukukunun üstünlüğü AB Antlaşması’nda tekrarlanmayacak” ve HAK, şu Deklarasyon üzerinde anlaşmaya varacaktır: “Konferans, Adalet Divanı’nın istikrarlı içtihat hukuku uyarınca, Antlaşmaların ve Birlik tarafından Antlaşmalara dayanarak kabul edilen hukukun, söz konusu içtihat hukukunda belirlenen şartlar altında, Üye Devletlerin hukukları üzerinde üstün olduğunu hatırlatır.” Buna ek olarak, Konsey’in Hukuk Hizmetleri bölümünün görüşü (580/07) Konferans’ın Nihai Senedi’ne eklenecektir (EK II, md.3-4).    

11. Alınan kararlarla, reform çalışması yapılacak olan kararların en önemlilerinden bazıları ise şu şekilde özetlenebilir: İki buçuk yıllığına seçilecek olan AB Konseyi ya da AB Başkanı, aynı zamanda dönem başkanlığı uygulamasına yerine geçmiş olacak. Bu değişimle birlikte AB, neredeyse “birleşik devlet” çağrışımı yapacak bir hüviyete kavuşacaktır. Üye ülkelerin “veto yetkisini” kullandıkları alan epeyce daraltılmış; “ulusal veto yetkisi” sadece savunma, dışişleri, mali konular, sosyal güvenlik ve kültür alanlarında korunmuştur. Üye sayısının üç desteye varmış olmasının neden olduğu karmaşa nedeniyle çalışamaz ve dengelenemez bir duruma düşürülmüş olan AB Komisyonu, 2014'ten itibaren olabildiğince küçültülerek, üyelerin rotasyonla seçilmesi sistemine geçilecek olması AB’yi önemli ölçüde hantallıktan kurtaracaktır. Bu değişimden başka, ihdas edilecek olan AB Dışişleri ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilciliği makamı, aynı zamanda AB Komisyonu Başkan Yardımcısı statüsüne de sahip olmuş olacaktır. Bu durum da, AB’nin devlet niteliğinde bir kurumsallaşma yolunda emin adımlarla ilerlediğini göstermektedir. (EK I).  

12. Mevcut “nitelikli çoğunluğa dayalı oy sistemi” 2014 yılına kadar korunmakla beraber; Polonya’nın ısrarlı itirazlarının daha sonra da süreceği ihtimali dikkate alınarak, 31 Mart 2017'ye kadar geçiş süreci varsayılırsa, bu tarihten itibaren “ikili çoğunluğa dayalı oy sistemi” de denebilecek olan çifte çoğunluk sistemine geçilecektir. Bu sistemde, üye ülkelerin karar alabilmeleri için ülke sayısı yönünden bakınca yüzde 55 ve ülke nüfusları yönünden bakınca ise yüzde 65 oranında destek sağlamaları gerekecektir. Üyelerden herhangi birinin erteleme talebi de dikkate alınarak, 2014–2017 yılları arasındaki bir tarihte yürürlüğe konulacak olan yeni oylama sistemi “karar alma sürecinde” üye ülkelerin “oy ağırlıkları” nüfuslarıyla doğru orantılı olacaktır. (EK I). Hâlbuki 2000 yılında yapılan Nice Antlaşması’na göre örneğin, 82 milyon nüfusa sahip olan Almanya’nın 29 oyuna karşılık “Polonya’nın oy sayısı” 27 idi. Bu dengesizlik sebebiyle AB’nin motor gücü konumundaki büyük ülkelerin reform hamleleri oldukça ağır işlemektedir. Haziran 2007 Zirvesi’nde alınan kararların, Temmuz sonunda toplanacak olan HAK sürecinde veya daha sonraki HAK’larda değiştirilmesi ihtimal dahilinde olduğu göz önünde bulundurulursa; “oylama sistemiyle ilgili” bu değişim eğer daha erken gerçekleşirse, AB’nin “birleşik kıta devleti” yönündeki yürüyüşü daha da hızlanacaktır diye bir kanaat belirtebiliriz.

 

Sonuç olarak; AB’nin Haziran 2007 Zirve Toplantısı’yla birlikte “bir kere daha” görüldü ki; AB Projesi, öyle kolay gerçekleştirilebilecek bir açılım ve ideal değildir. Mevcut haliyle ya da “biraz daha gelişkin olmakla birlikte” çok başlı haliyle yaşamını sürdürecek olan bir AB, fazla bir rahatsızlık vermeyebilir belki; ama, birleşik bir kıta devleti olma yönünde ilerleyişini sürdürecek olursa, “en başta ABD” buna fırsat vermemek için her yolu deneyecektir. Mesela, son Zirve toplantısında “direniş” sergileyen İngiltere, Polonya, Hollanda ve İspanya’nın bu davranışları “ABD’nin endişe ve karıştırmaları” bağlamında değerlendirilebilir. Bu noktadan bakınca; kuşkusuz AB’nin gelişim sürecinde “birincisi ilerlemeyi isteyen ve ona inanan bir çoğunluk, diğeri ise ulusal ve siyasi amaçlarla AB’nin rolünü kendine göre biçenler” şeklinde ikili bir yapının varlığı 2007’nin İlkbahar Zirvesi’nde yeniden tescillenmiştir. Buna rağmen, alınan kararlar ve ortaya koyulan heveslerin realize edilmesi açısından bakarsak, eğer dış müdahalelere karşı gerekli tedbirler alınabilirse, AB’nin ilerleyişi emin adımlarla sürecektir görüşünü rahatlıkla savunabiliriz.

 

Dr. Sıddık Arslan ()

AB-Uluslararası İlişkiler Uzmanı Ve Siyaset Bilimi Doktoru