AB’nin Gelişim Süreci Bağlamında Haziran 2007 Zirvesi 1:

AB’nin Doğuş Ve Gelişim Süreci Bağlamında Haziran 2007 Zirvesi 1:

 

Avrupa kıtasının birleşik tek bir devlet yönetimi altında idare edilmesi fikri, on beşinci yüzyıldan buyana, farklı biçimlerde yazılı metinlere yansımaktadır. Aslında bu doğrultuda bir görüşün kökeni, binlerce yıl öteye gider. Bu fikrin bir görüş olmaktan çıkarak, projelendirilmiş bir biçimde düşünce adamları tarafından dillendirilmesi ve belli ölçüde de devlet adamları ile papazlar tarafından benimsenmeye başlamasında, Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’u fethinin büyük bir etkisi olmuştur. Avrupa kıtasına yerleşik Hıristiyan halklar, “din ve düşünce” adamlarının da bilinçlendirmelerinin etkisiyle, “Müslüman” Osmanlı tarafından, Doğu Roma İmparatorluğu(Bizans)’nun başkenti İstanbul’un fethini bir türlü kabullenememeleri ve Osmanlı’nın sürekli olarak Avrupa içlerine doğru ilerlemesinden duymuş oldukları korku nedeniyle, hiç olmazsa İstanbul ve Çanakkale boğazlarından itibaren, “Hıristiyan” Avrupalı devletlerin birleşerek “güç birliği ya da kutsal ittifak” oluşturmalarını çok arzu ediyorlardı.

 

Osmanlı İmparatorluğu’nun her güçlü çıkış ve gövde gösterisi, Avrupa sathında “bir araya gelme ve birlikte hareket etme” fikrini ateşliyordu. Fakat modern anlamda bir “yönetim model ve sistemleri” henüz ortaya çıkmadığı için; önceleri yerel beyler ile din adamlarının bencil davranışları, özellikle 17. yüzyıldan sonra ise Kilise ile kralların kendi içlerinde ve karşılıklı olarak “iktidar mücadelesi”ne tutuşmaktan kendilerini alamamaları nedeniyle, Osmanlı’nın yaymış olduğu korku ve endişe “Hıristiyan Avrupalıların” birleşerek birlikte hareket etmeleri için gerekli olmakla beraber yeterli bir etki oluşturmuyordu. Zira Avrupalılar, 17. yüzyılın sonunda başlatmış oldukları coğrafi keşiflerin kazandırmış olduğu zenginliğin etkisiyle askeri teçhizat, silah, asker, donanım ve diğer ihtiyaç konularında her geçen yıl daha da üst basamaklara çıkarak; 17. yüzyılından itibaren, Osmanlı İmparatorluğunu bile geride bırakmaya başlamanın verdiği “özgüven, cesaret ve güçle” kendi aralarındaki rekabeti neredeyse birinci sıraya taşımışlardı. Dolayısıyla bu defa, Osmanlı’nın Avrupa’dan çıkartılması ciddi bir slogan haline getirilmiş olmasına rağmen; Osmanlı karşısında birleşik bir askeri, dini, yönetsel idare oluşturulması gerçek anlamda bir destek ve teşvik bulamadı.

 

Ancak, “Batı Rusya”yı da içerisinde varsayan, Avrupa coğrafyasının birleşik bir ülke ve tek lider hâkimiyetinde geleceğe yürümesini arzu eden “karizmatik” bazı liderler, “uzlaşma ve anlaşma” yoluyla gerçekleşmesini ihtimal dâhilinde görmedikleri bütünleşmeyi, kaba kuvvetle gerçekleştirmeye çalışmışlarsa da “sonları” hep hüsran olmuştu. Bu yönde, en önemli başarıyı gösteren liderlerden biri Fransa’dan, diğeri ise Almanya’dan çıkmıştır. Örneğin, 1789 Fransız devriminden sonra uygun bir ortam ve konum yakalamış olan Napolyon Bonapart, Avrupa Kıtasını tek bir devlet yönetimi altında birleştirmek üzere, neredeyse bütün Avrupa’yı ele geçirerek Rusya’nın içlerine doğru ilerlemiş; ama Rusya’nın geniş arazisi ve iklim şartları sebebiyle, “vur kaç” ve geriye çekilirken yıpratma taktiği uygulayan Rus kuvvetleri karşısında neredeyse bütün askerini kaybetmiş ve bu durumun sağladığı koşullardan istifadeyle, üzerine çullanan diğer Avrupalı devletlere teslim olmuştur.

Napolyon, yenilmiştir ama; 1814–1815 yıllarında gerçekleşen “kurumsal diplomasi” atakları neticesinde gerçekleştirilen Viyana Kongresi ve 1815–1914 yılları arası döneme damgasını vuran “Avrupa Uyumu” sistemi gibi önemli bir gelişmelere de zemin hazırlamıştır. Halbuki, 1815 tarihli Viyana Kongresi olmasaydı, bu “uluslararası kongre” deneyimden yoksun kalması muhtemel Batılıların, 1914–1918 yılları arasında yaşanmış olan Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki Milletler Cemiyeti (MC)’ni kurmaları pek mümkün olmayabilirdi. O nedenle, uluslar arası ilişkilerin sistemleşmesi ve uluslar arası sistemin ise kurumsallaşma sürecine girmesinde 1815 tarihli Viyana Kongresinin, dolayısıyla 19.yüzyıldaki Napolyon savaşlarının çok büyük katkısı olmuştur. Benzer bir biçimde, 1939–1945 yılları arasında vuku bulan İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan Birleşmiş Milletler (BM) bile, Viyana Kongresi deneyimi ve onun bir asır sonrasında “daha gelişkin ve kurumsal bir yapıda kurulmuş olan” Milletler Cemiyeti modeli sayesinde bu derece mükemmel bir “hukuksal” yapıda şekillendirilebilmiştir.

 

Demek ki, Avrupa kıtasını bir yönetim altında birleştirme hevesine kapılan Napolyon’un çılgınlığının, Uluslararası İlişkiler ile Uluslararası Hukukun bugünkü anlamda modern bir yapıya kavuşturulmasına büyük etkisi olmuştur. Napolyon’dan 130 yıl sonra, aynı hayale kapılarak, Avrupa’yı bir yönetim altında toplamak üzere önüne gelen ülkeyi yakıp yıkan ikinci bir kişi Almanya Şansölyesi Adolf Hitler’den başkası değildi. Birinci Dünya Savaşı’nda mağlup olarak parçalanan ve tamamen kıskaç altına alınarak güçlenmesi engellenmeye çalışılan Almanya; 1933 yılında iktidara gelen Hitler sayesinde, 1933–1938 yılları arasında, beş yıllık gibi çok kısa bir sürede toparlanarak, 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı’nı başlatıp, bir yıl gibi yine oldukça kısa bir zaman diliminde neredeyse bütün Avrupa’ya hâkim olmuştur.

 

Ancak Hitler, Napolyon’un başına gelenlerden ders almamış olacak ki; bir yıl içerisinde elde ettiği başarıların verdiği özgüven ve karşıt ideolojinin paralel bir biçimde güçlenmesine tahammül edememenin de etkisiyle; “ittifak ilişkileri”ni hiçe sayarak, İkinci Dünya Savaşı’na ittifak içerisinde girdiği Rusya’yı da işgal etmeye başladı. Ancak, Napolyon’un başına gelen, Hitlerin de başına gelmiş ve Hitler’in ordusu “bataklık ile uçsuz bucaksız Rus ülkesine” saplanmıştı. İşte, Hitler’in Almanya’sı ve müttefiklerinin 1945 yılında kesin bir biçimde yenilgiye uğramalarından sonra; Avrupa merkezli dünya sistemi iki kutuplu bir yapıya bürünmüş oldu.

Savaşın kaderi belli olduktan sonra; ABD ile Sovyetler Birliği (SSCB) arasında “Avrupa ülkeleri üzerindeki hâkimiyet alanlarının paylaşımı” anlamında 1944 Ekim’inde yapılan “yüzdeler anlaşması” ve SSCB’nin Doğu’dan başlayarak Batı Avrupa’ya doğru hâkimiyetini kurma yönünde bir irade ortaya koymasının yaydığı üzüntü ve korkuyla; Avrupa’nın birleştirilerek, gerekirse “Birleşik Avrupa Devletleri” gibi bütünsel bir yapının oluşturulması gerektiği, 1946 yılında, bizzat İngiltere Başbakanı Churchill gibi güçlü devlet adamları tarafından bile güçlü bir şekilde savunulmaya başlanmıştır. Ayrıca, Birinci Dünya Savaşı’nda, gücünden çok şey kaybetmiş olan Avrupa’nın güçlü devletleri; İkinci Dünya Savaşı’na girdikten sonra tamamen “ikinci sınıf ülke” konumuna düşerek, “birinci sınıfı” ABD ve SSCB’ye devretmek zorunda kalmanın verdiği eziklik, üzüntü, şaşkınlık, pişmanlık ve akıllanma sayesinde, “kademeli ve gönüllülük esasına göre” Avrupa’yı bütünleştirerek “güç birliği” oluşturmaya karar vermişlerdir.

 

1946–1952 yılları arasında yaşanan yoğun tartışmalar ve ileri sürülen değişik projeler neticesinde, akıllılık yapılarak, dayatmalardan uzak bir biçimde; gerçek niyetler yazılı metinlere girdirilmeyerek, gelişmenin önü açık tutularak, aşamalı olarak günümüzdeki Avrupa Birliği entegrasyon aşamasına gelinebilmiştir. Öncelikli olarak, 1952 yılında kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) vasıtasıyla, savaş endüstrisinin en önemli girdilerinden ikisi konumundaki Kömür ve Çelik ürünlerinin ortaklaşa üretilerek değerlendirilmesi esasına dayandırılan bu uluslar-üstü kuruluşla birlikte; Avrupa entegrasyon projesinin içerisini her geçen yıl daha ileri aşama metin, kurum ve anlayışlarla doldurabilmenin yolu açılmıştır.

 

1957 yılında kurulan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) sayesinde “entegrasyon süreci” daha dikkate alınır bir noktaya taşınmıştır. Burada vurgulanması gereken önemli bir husus şudur: Fransa-Almanya-İtalya öncülüğünde gerçekleştirilmeye çalışılan bu süreç karşısında, İngiltere’nin öncülüğünde Avrupa Serbest Ticaret Alanı (EFTA) denen rakip bir örgüt oluşturulmaya çalışılıyordu. Bu iki rakip yapılanma arasındaki rekabette, Türkiye ile Yunanistan’ın birincileri tercih etmesinin büyük etkisiyle EFTA ülkelerinin ağırlıkları ciddi anlamda gerileme sürecine girdi ve bu ülkeler de zamanla Avrupa Toplulukları (AT)’na katılmak zorunda kaldılar. Ama maalesef, Türkiye’nin yapmış olduğu bu ve benzeri çok sayıda katkının hepsi unutularak, Türkiye’nin Avrupa kapılarında bekletilerek iç karışıklıklara uğramasının altyapısını oluşturmaya çalışmışlardır.

 

1965’de kurucu üyelerin imzalamış oldukları “Birleşme Antlaşması” (füzyon antlaşması) sonucunda AKÇT, AET ve EURATOM’un her birinin kurumları olan Konsey, Komisyon ve Parlamentoları ile bütçeleri birleştirilerek “Avrupa Toplulukları” oluşturulmuştur. Böylece, Avrupa’daki entegrasyon süreci artık tekçi bir yapıya kavuşmuştur. Entegrasyon hareketi tekçi bir yapıya kavuştuktan kısa süre sonra,  Temmuz 1968’de “gümrük birliği ve işgücünün dolaşım serbestîsi” sağlanmıştır. Zaten, Temmuz 1990’da her türlü sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesinden sonra, 1950’li yıllarda biçilen elbise küçük gelmeye başladığı için, Avrupa Toplulukları gerçek anlamda kabuk değiştirme zorlamasına maruz kalmıştır. Bu bağlamda yapılan yoğun çalışma ve tartışmalardan sonra 1992 yılından itibaren, Avrupa Toplulukları (AT) ismi değiştirilerek yerine Avrupa Birliği(AB) ismi inşa edilmiştir.

 

SSCB’nin 1991 yılında dağılması ve Doğu Bloğu etkisi altındaki Baltık Ülkeleri ile Orta ve Doğu Avrupa Ülkelerinin tamamına yakınının Avrupa Birliği’ne üye yapılmasıyla birlikte, entegrasyon süreci çok üst bir noktaya taşınmıştır. Burada, “soğuk savaş yılları boyunca” Türkiye’nin yapmış olduğu fedakârlıklarla alay edilircesine; Türkiye için üzücü, kızdırıcı ve şaşırtıcı bir durum yaşanmıştır. Zira, üyelik sürecinde Türkiye’ye kriter üzerine kriter getirenler, eski Doğu Bloğu üyesi ülkelerin üyeliğe alınması sürecinde nedense AB’nin Maastricht ve Kopenhag kriterleri görmezden gelmişlerdir.

 

Avrupa Birliği, en dikkat çekici çıkışını, 2000 yılından sonra, uzun yıllar boyunca sürdürdüğü Avrupa Anayasal Antlaşması’nı hazırlayarak sergiledi. Ancak, 2004 yılında gerçekleştirilen Hükümetler Arası Konferans (HAK)’ta, “Avrupa İçin Bir Anayasa Oluşturan Antlaşma” yapılmasına rağmen; 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarda, her iki ülke halkının Anayasal Antlaşmayı reddetmelerinin verdiği sıkıntının iki yıl boyunca aşılamaması nedeniyle, 21–23 Haziran 2007 tarihinde, Brüksel’de yapılan Zirve toplantısında, “Avrupa İçin Bir Anayasa Oluşturan Antlaşma”sı ortadan kaldırılarak yerine, “Reform Antlaşması” devreye girdirildi. Geriye gidiş anlamına gelecek gibi görünen bu yeni gelişme; alınan kararların hedeflediği gelişme seyri dikkate alındığında, AB’nin daha da kenetlenmesi yönünde önemli bir adım olarak değerlendirilmelidir.

 

Bu yıl, Temmuz ayının sonunda toplanacak olan Hükümetler Arası Konferans’ın istek ve yönlendirmeleri doğrultusunda, Reform Anlaşması her yönüyle kesinleştirilmiş olacaktır. Reform Antlaşması sayesinde, Avrupa entegrasyon sürecinin iki temel antlaşması üzerinde değişiklikler yapılarak daha gelişkin ve derli toplu bir yapıya kavuşturulmaları sağlanacak. Açıkçası, Anayasal Antlaşmanın rafa kaldırılmasının neden olduğu hayal kırıklığının kazandırdığı ivme ve anayasal süreç gibi çok ileri bir aşamadan geriye dönülmüş olmanın kamuflajı altında, Avrupa Birliği Antlaşması ile Avrupa Topluluğunu Kuran Antlaşmalarda ciddi değişiklikler yapılarak, neredeyse Anayasal Antlaşma üzerinden hedeflenen kazanımların çoğu elde edilmiş olacaktır. Haziran 2007 Zirve Toplantısı’nın sonuç bildirgesinde bu durumun işaretleri net bir şekilde verilmektedir. Gelecek haftaki yazımızda ise bu konulara değinilecektir.

 

AB-Uluslararası İlişkiler Uzmanı ve Siyaset Bilimi Doktoru