87 yıllık yürüyüşte dev bir adım

Türkler geçen pazar düzenlenen referandumda anayasalarında reform yapılmasını güçlü bir biçimde destekleyerek, tam demokrasi yolundaki 87 yıllık yürüyüşlerinde dev bir adım atmış oldu. Aynı zamanda, Türkiye’yi dünya sahnesinde neredeyse görünmez bir konumdan yükselen bir yeni güç statüsüne çıkaran bir hükümeti de güçlendirmiş oldular.

Avrupa toplumları resesyona gömülmüşken, kendilerinden duydukları şüphe nedeniyle felç geçirirken ve yeni ortaya çıkan toplumsal ihtilaflar temelinde bölünmüşken, Türkiye geleceğe doğru son sürat atılım yapıyor. Pazar günkü oylama, Müslüman dünyada kapitalist bir demokrasi modeli olarak Türkiye’yi güçlendirdi; bu, Batı’nın aşırılığın panzehri olarak teşvik etmeye umutsuzca ihtiyaç duyduğu bir model.

Erdoğan tehditlere de başvurdu
Türkiye’nin dünya sahnesindeki yeni aktivizmini sadece demokrasisinin gücü değil, aynı zamanda hızla büyüyen ekonomisi ateşliyor. Başbakan Tayyip Erdoğan, Türkiye’nin dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri haline gelmesi yönündeki kararlılığını bir mantra gibi tekrarlamak konusunda hiçbir fırsatı kaçırmıyor (Türkiye şu an bu listede 16. sırada yer alıyor). Bu yöndeki beklentiler de yüksek. Türkiye’nin ekonomisinin bu yıl yüzde 11’den daha fazla büyüyeceği öngörülüyor ki, bu bağlamda Çin’in ardından ikinci sırada geliyor.

Fakat anayasal reform yönünde çıkan yüzde 58 oranındaki destek demokrasinin katıksız bir zaferi de değildi. Oylama öncesindeki kampanya çirkindi. Erdoğan demokratik reformlar olarak nitelediği değişiklikler için destek talep ederken, güçlü tehditlere ve etnik karalamalara başvurdu. Asıl amacının daha fazla demokrasi değil, bizzat kendisi için (Türkiye’yi daha dindar hale getirmek için kullanabileceği) daha fazla güç olduğu yönündeki korkuları yatıştırmak konusunda pek az şey yaptı.

Türkiye’deki laik dostlarımın birçoğu, Erdoğan’ın ülkeyi daha dindar hale getirme ihtimali karşısında dehşete kapılıyor. Demokrasi yanlısı bir düşünce kuruluşunu yöneten bir dostum bana, Erdoğan’ın kampanya sırasındaki davranışlarının ‘otoriterlik gibi göründüğünü ve Avrupa’nın başka herhangi bir yerinde olsa eleştirileceğini’ yazıyordu. Profesör olan bir başka arkadaşım da Erdoğan’ın ‘muhalefeti susturma yönündeki giderek saldırganlaşan girişimlerinden’ rahatsız olduğunu, ‘bunun demokratikleşmeyle pek bağdaşmadığını’ söylüyordu.

Erdoğan pazar günü yaptığı zafer konuşmasında, bu kampanyanın ortaya çıkardığı hoşnutsuzluğu anladığının işaretini verdi. Başbakan, “Birilerini incittiysem özür dilerim” dedi. Şimdi bu soylu hissiyata göre hareket etmeli. Bu da özellikle de din ve demokrasiyle ilgili olan hassas meselelerde daha kapsamlı bir toplumsal konsensüs sağlamak için sistematik bir çalışma anlamına geliyor.

Reformların kabulü, 1980’de iktidarı ele geçirmelerinden sonra generallerin dayattığı anayasanın tümüyle yeni bir metinle değiştirilmesi gerektiği yönündeki argümanı güçlendiriyor. Yeni bir anayasa ifade özgürlüğünün yanı sıra birey ve grup haklarını da garanti altına alırsa, Türkiye’nin demokrasisini kalıcı olarak sağlamlaştıracaktır. Fakat sadece iktidarın ele geçirilmesi veya daha kötüsü laikliği zayıflatma girişimi gibi görünürse, kutuplaşmayı derinleştirecek ve Türkiye’nin siyasi ve ekonomik güce doğru dikkat çekici ilerleyişini tehdit edecektir.

Pazar günkü oylama, Türkiye’nin AB’ye kabul edilmesi gerektiğini savunanları canlandırdı. Britanya Dışişleri Bakanı William Hague, “Bir miktar ivme sağlanması çok önemli ve Britanya bunun önümüzdeki birkaç ay içinde gerçekleşmesini sağlamaya çalışıyor” dedi. Finlandiya Dışişleri Bakanı Alexander Stubb da Türkiye’yi ‘hakiki bir küresel oyuncu’ ve ‘bugün dünyadaki en önemli beş ülkeden biri’ olarak selamladı. Fakat AB’nin kilit ülkeleri Fransa ve Almanya’nın her ikisinde de Türkiye’nin üyeliğine muhalefet hâlâ güçlü. Türkiye de Avrupa’nın fikrini değiştirmesini sonsuza dek beklemek yerine, aktif bir biçimde kendi güvenlik gündeminin peşine düştü; bu gündem ülkeyi Ortadoğu siyasetinde yeni ve kuvvetli bir güç haline getirmiş durumda.
Türkiye’nin bir ulus olarak başarısının anahtarı, devir değişirken evrim geçirebilme becerisinde saklı. Türkiye 1923’te, otoriter idealin hâkim olduğu dönemde, otoriter bir devlet olarak kuruldu. 2. Dünya Savaşı’nın ardından demokrasi küresel inanç haline geldi ve Türkiye de modern tarihte pek az ülkenin yaptığını yaptı: Kendisini gönüllü olarak bir tek parti devletinden çok partili bir devlete dönüştürdü.

Yeni liderlere çok iş düşüyor
1980’lerde de devlet hâkimiyetindeki ekonomik modelini terk etti ve uluslarötesi kapitalizmi kucakladı. İnsan hakları grupları 1990’larda projektörlerini Türk hapishanelerindeki işkenceye tuttuğunda, hükümet sıkı önlemler aldı ve hapishanede işkence neredeyse tamamen son buldu. Şimdi de sandık aracılığıyla, Türkler generalleri kışlalarına geri gönderiyor ve seçmenlerin önceliğini garanti altına alıyor.
Bugünün Türkiyesi genç, hareketli, giderek daha fazla kentli hale gelen ve son derece küreselleşmiş bir ülke. Fakat aynı zamanda, dramatik bölgesel eşitsizliklerden mustarip, dargın Kürt nüfusuyla sonsuza dek sürecekmiş gibi görünen bir ihtilafla karşı karşıya ve dindar-laik bölünmesi bağlamında giderek kutuplaşıyor. Ülkenin yeni zafer kazanmış liderlerinin bu meydan okumaları ele alış biçimi, 21. yüzyılın ilk yıllarının en gelecek vaat eden ülkelerinden birinin geleceğini şekillendirecek. (New York Times’ın eski Ortadoğu Büro Şefi, Boston Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler dersi veriyor, 18 Eylül 2010)

Kaynak: Radikal