28 Şubat ve muhafazakâr sabır kültürü

28 Şubat Darbesi sebebiyle son aylarda yürütülen soruşturmalar ve Çevik Bir gibi bir zihniyetin ve dönemin simgesi olmuş emekli generallerin tutuklanması süreci, şüphesiz Türk demokrasi tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olarak anılacaktır. Ancak, bu sürecin en şaşırtıcı yönlerinden birisi, Çevik Bir’in politikalarının kurbanı olmuş pek çok insanın hissettiği adalet duygularının ötesinde, dindar-muhafazakar kesimlerde rövanşizm bir yana heyecanın bile görülmemesidir. Çevik Bir’in sivil kıyafetlerle tutukevindeki resmi, daha on beş yıl önce askerlerin pervasızca siyasete ve kişi özgürlüklerine müdahale edebildiği dönemle kıyaslandığında, bir zamanlar hiç bir demokrasi taraftarının tahayyül dahi edemeyeceği bir fotoğraf karesi olsa gerek. Buna rağmen, bu sahneyi hazırlayan soruşturma süreci adeta sıradan bir hukuk davası muamelesi görmekte ve toplumda doğru dürüst bile hazmedilip, tartışılmamaktadır. Bu göreceli heyecansızlığın arkasındaki değişik sebeplerden bir tanesi, Ergenekon sürecinin gereğinden fazla uzayıp, net bir neticeye henüz ulaşmadığı için ortalıkta oluşan belirsizlik ve bekleme haleti ruhiyesi olabilir. Fakat, Türkiye’deki muhafazakar seçmenin Cumhuriyet dönemindeki genel eğilim ve tavırları incelenip, uzun dönemli olarak yapılan anketler takip edilirse, “intikamcılığa kaçmadan özgürlük alanlarını açarken, devlet hassasiyetlerini gözetme tavrı”nın, üzerinde düşünülmesi gereken tarihi, kültürel ve sosyolojik temelleri olduğu cektir.

Gerici dinci-Kemalist ilerici!

Türk toplumu, siyasi eğilimleri açısından eğer CHP’li sol, MHP’li milliyetçi sağ ve AK Parti’li muhafazakar demokratlar olarak üç temel gruba ayrılarak genel siyasi hassasiyetleri üzerinde mukayese yapılırsa, bazı tavır farklılıkları gözlemlenebilir. Sol ve Kemalist seçmenler, genel olarak kendilerini devleti yönetmeyi hak eden elitler olarak gördükleri için toplumdaki sorunları, kendi başarısızlıklarını veya haksızlıklarının kaynağını, faşist veya gerici olarak tasvir ettikleri kesimlere atfederler.  Bu ruh hali içinde, sol Kemalist seçmen kendini daha çok rakip ve düşmanlarına göre tanımlama eğilimi içindedir. “Gerici ve dincilere     karşı “Kemalist ilericiler” şeklinde toplumu ikiye bölmenin neticesi olarak, sol seçmen güçlü bir şekilde mobilize edilebilir. Ancak, burada kendini başkasına göre tanımlama sorunu, uzun vadede sol Kemalizm’in faşist ve gerici olarak gördükleri ve aslında Türkiye’de çoğunluğu oluşturan muhafazakar demokratları kendi safına katmada zorluk çektiği gibi, daimi bir kutuplaşmanın kurbanı oluyor. Dahası, Türkiye solunun belirgin olarak itiraza dayalı bir mücadele kültürüne sahip olduğu söylenebilir. Lakin, hemen her konuda itiraz edildiğinde, gerçekten itiraz edilmesi gereken zamanlarda yapılan itiraz değersizleşebiliyor. MHP’li milliyetçi sağ ise, her yönüyle bir birlik içinde olmasını arzu ettiği Türk toplumundaki fikir ayrılıklarını genel olarak “dış ve iç hain mihrakların” oyunlarının bir ürünü olarak gördüğü için, yine katı bir düşman tanımlaması üzerinden kendi siyasi tabanını mobilize edebilmektedir. Meselelere mihrak perspektifiyle baktığından, AK Parti yönetimi veya muhafazakar demokratlar gerici ve faşist olduğu için değil, dış emperyalist güçler tarafından kandırıldığı veya kendi çıkarları için onlarla işbirliği yaptığı için hain olarak görülmektedir. Bugün Türkiye’de AK Parti iktidarına muhalefet söylemi içindeki en popüler argüman da zaten AK Parti’nin bir irtica hareketi olduğu değil, ülkeyi “yabancı mihraklara sattığı tezidir. Bu satılmış “hain” rakipler söylemi de çok kızgın ve kutuplaştırıcı bir siyasi kültürü teşvik edebilmektedir.

Hürriyetçi muhafazakârlık

Türkiye’nin yüzde ellilik seçmen tabanına yakın olan muhafazakar demokrat ruh hali, ne ilerici-gerici, ne de faşist veya dış güçler tarafından kandırılan hainler söylemini kullanmaktadır. Bu genel çoğunluk,  Osmanlı’dan devralınan Cumhuriyet dönemi devletini, çoğunluk Müslüman halkın tercih ve özgürlüklerini ihlal etmediği müddetçe sahiplenen ve çoğunlukta olmanın verdiği hissiyatla kin duyulup, rövanş alınacak iç düşman yaratmaktan kaçınan mutedil bir milliyetçi eğilim sergilemektedir. Bu yüzden, bugün Tayyip Erdoğan’ı destekleyen bu grup için Adnan Menderes ve Turgut Özal, Cumhuriyet tarihinde en çok beğenilen iki siyasetçi isim olabilmektedir. Hem Menderes ve hem Özal, muhafazakâr demokratların oylarıyla iktidara gelip, onların hak ve taleplerini yerine getirirken, eski rejimin liderlerine karşı intikam alma politikası gütmemişlerdi. Menderes, Ezan’ın tekrar serbestçe Arapça okunmasını mümkün kılan politikasının ötesinde, ezanı yıllarca Türkçe okutan kesimlere karşı bir rövanşı olmazken, yine Turgut Özal’ın özgürleştirici reformları, askerlerle ve Kemalist elitle barışık olma siyasetini takip ediyordu.

Bu görünüşte uysal seçmen tavrının arkasındaki zihniyet, Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki laiklik devrimlerinin bir kısmını benimseyip, beğenilmeyen kısımlarına karşı sabrederek direnme ve eninde sonunda Türkiye devletinin çoğunluğun beklenti ve kültürünü yansıtan bir siyasetle yönetileceği dönemi bekleme vizyonunu sergilemekteydi. Turgut Özal ilk defa bir Cumhurbaşkanı makam aracıyla Cuma namazı kılmak için camiye gittiğinde muhafazakar seçmenin duyduğu zafer hissi, biraz da dini bir açıklamaya dayanıyordu. Cumhuriyet döneminin en baskıcı yıllarında bile kişisel ve dini serbestliğin kısılmasını Allah’ın bir imtihanı olarak görerek, çok partili rejimde en makbul olan partiyi seçip, bazı özgürlüklerin geri gelmesini bu sefer Allah’ın sabreden kullarına verdiği mükâfatı olarak görebilmekteydi.

Bir çeşit sabır kültürüne dayalı bu muhafazakar demokrat tavrın tarihsel olarak bir kaç önemli zaafı ortaya çıkmıştır. Birincisi, devletçi hassasiyetler demokrat ve sivil toplum yanları gölgeleyecek şekilde istismar edilip, soğuk savaş döneminde sağ milliyetçi politikalara kurban edilebildiği gibi, devletten bağımsız bir şekilde, sivil toplumu organize ederek hak kazanma tecrübesini de zayıflatmaktaydı. Muhafazakar kesimlerdeki Abdulhamid Han hayranlığı, kısmen yıkılmaya yüz tutmus bir devleti koruma hissine dayanırken, Abdulhamid’in devletçiliğine karşı yükseltilen özgürlükçü Mehmet Akif geleneğini gözardı edebilmekteydi. Halbuki, Muhafazakar demokratlık, Mehmet Akif’de kendini gösteren Abdülhamid’in devlet hassasiyeti ile Namık Kemal’in Müslüman hürriyetçiliğini birleştiren bir sentezi daha çok tercih ediyor ve Menderes, Özal ve Erdoğan üçlüsünde böyle bir sentez görüyor.

Muhafakar demokratlığın ikinci önemli zaafı ise, devlet yönetiminin 28 Şubat’ta olduğu gibi çok sert bir şekilde bu çoğunluğun hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı bir siyaset izlediği durumlarda, problemin kaynağını analiz edip, sivil direniş yollarını aramaktansa, devletin sinsi bir azınlık tarafından ele geçirildiği tezi gibi komplo teorileriyle pasifize edilebiliyor. 28 Şubat sürecinde muhafazakar basının en önemli hastalıklarından birisi, Türkiye’deki devletin küçük bir mason ve dönme azınlık tarafından ele geçirildiği ve bunun için genel Müslüman hassasiyetleri ihlal ettiği tezinin sıkça gündeme gelmesiydi. Bu karanlık komplo teorisinin yayıldığı ruh halinden muhafazakar kesim kısmen eski İslamcıların direniş vizyonu ve kısmen de liberallerin demokratik söyleme dayalı askeri rejim eleştirilerinden yeni bir dil ve tavır öğrenerek çıkabilmişlerdir.

Türkiye’deki muhafazakâr demokrat toplumsal kesim, tabi ki son 90 yıldır önemli değişiklikler geçirdi ve Menderes ile Özal’ı destekleyen taban ile bugün AK Parti’nin tabanı arasında önemli farklılıklar muhakkak görülebilmektedir. Kuşkusuz bu farklılıkta Tayyip Erdoğan’ın liderlik stilinin Menderes ve Özal’a nazaran daha dinamik ve interaktif olmasının payı büyük. Erdoğan siyasal karar alma süreçlerinde vatandaşların etkin katılım ve onayına daha çok ağırlık veren bir yönetim tarzına sahip olduğundan, geçmişle hesaplaşmanın milletin onay süzgecinden geçmesine ağırlık veriyor. 12 Eylül 2010 anayasa referandum sürecinde bu tarz bir toplumsal mutabakat arayışını görmekteyiz. Başka bir ifadeyle, Erdoğan temsil ettiği muhafazakar tabanın geçmişten miras aldığı siyasal sabır kültürünü dönüştürerek bu kültüre itiraz ve hesaplaşma unsurları eklemlemeye çalışmaktadır. Kısa vadede, bu çabanın istenilen neticeyi vermediği görülse de orta ve uzun vadede devletçi uysallığın daha özgürlükçü bir sorgulayıcılığa dönüşeceği söylenebilir. Zira, yapılan kamuoyu araştırmalarında, AK Parti iktidarının başından bu yana bu partiyi destekleyen seçmenin geçirdiği dönüşüm oldukça dikkat çekicidir. AB’ye üyelik sürecine 2002 yılında AK Partili seçmenin verdiği destek CHP’li seçmenin oldukça gerisindeyken, süreç içerisinde tam tersi bir tablonun ortaya çıkması manidardır. Yine askeri darbelere bakışta da benzer bir algı dönüşümünün yaşandığı görülmektedir. Erdoğan, seçmenini etkileyebilen ve bu etkiyi kalıcı bir siyasal kültüre dönüştürebilen güçlü bir siyasal liderlik özelliği göstermektedir. Bu dönüşümün, 28 Şubat gibi askeri darbelere karşı gösterilen tepkiye de yansıyacağını söylemek mümkün. Lakin, Erdoğan da tıpkı temsil ettiği taban gibi rakiplerine yönelik tepkisini bir hınç ve intikam duygusuyla değil görece bir sabır ve metanet duygusuyla ifade etmeyi tercih ediyor. Bu yüzden yaptığı demokratik reform çabalarına rağmen sahip olduğu muhafazakar siyaset yapma usulü özünde köklü reformlar içeren hamleleri zahirde daha mutedil siyasal değişim algısına indirgeyebiliyor.

28 Şubat darbesinin liderlerinin tutuklanması karşısında gösterilen görece kayıtsızlık, siyasi sorunları bir kan davasına dönüştürmeme, biraz da eski imparatorluk geleneğinin bilinçaltındaki izleri olarak görülebilir. İşte bu yüzden, AK Parti tabanında Ergenekon yargılamaları konusunda da benzer bir muğlaklık görülebilmektedir. Önemli liderlerin yargı önüne getirilmesi ciddi bir demokratik başarı olarak görülüyor ve destekleniyor, ama bu yargılama sürecinin uzaması, alt kadrolara yayılması ve fazla genişlemesi muhafazakar seçmende yeterli destek bulmuyor.

Her demokratik ülke, eski siyasi haksızlıkların tarihsel hafızası ve bir sonuca bağlanması konusunda farklı tecrübeler ve kültürel hassasiyetler gösterebiliyor. Türkiye’de hürriyetçi muhafazakarlık diye adlandırılabilecek bir siyasi tavırla, Namık Kemal ve Mehmet Akif’den devralınan fikri geleneğe bağlı olarak, Menderes, Özal ve Erdoğan çizgisindeki siyasi hareketleri destekleyen toplumsal tabanın, bir zamanlar kendi hak ve özgürlüklerini çiğnemiş insanların yargılanma sürecine karşı gösterdikleri ruh halinin daha iyi anlaşılması, Türkiye demokrasinin daha da gelişip olgunlaşmasına vesile olacaktır.

ertana@gmail.com

Kaynak: Star