28 Şubat ve İslami söylemin dünyevileşme ile imtihanı

Cumhuriyetin kuruluşundan 28 Şubata, milletin iradesi siyasete çeşitli nedenlerden ötürü bir türlü yansımadı. Sebepleri arasında kurucuların Kurtuluş Savaşı'nı yapmış olmalarından başlayarak etkenleri sıralayabiliriz. Ne tezattır ki, Batılı dönüşümü sağlamak adına, milletsiz irade, halksız demokrasi ile hedefe ulaşmanın hızlı olabileceği düşünüldü. Halkın "ileri" gittiği düşünülen her dönemeçte, periyodik olarak, anayasadan başlayan daraltma ile siyasete ayar verildi.

Süreç içersinde verilen rolü yerine getirirken açık vermeyen ve halka demokrasi ile yönetildiği zehabını uyandıran politikacıların rol "başarı"sını teslim etmek gerek. Rol model olarak Demirel "millet görünümlü devlet" olarak öne çıkar. Defalarca şapkası eline verilen Demirel, 28 Şubatta asıl kimliğini ortaya koyarak, geçmiş sözleriyle çelişen, konumunu muhafaza etti. O güne kadar Meclis aritmetiğini her fırsatta öne koyarak kutsayan Demirel, Refah – Yol'un ikinci yılında görevi Çiller'e vermemeyi izah ederken; "Sayısal çoğunluk değil, siyasal çoğunluk önemlidir" diyerek, batıl tevillere bir yenisini, yaslandığı güç adına, eklemişti.

28 Şubat darbesinin diğer bütün darbelerin özelliklerini taşıması yanında, fark olarak, iletişimin çeşitlendiği dönemde rastlamasıyla ayrışır. Araziye inmenin teknik olarak mümkün olmadığı, zapt edilecek mikrofon sayasının fazla oluşu, darbecileri ayarın sadece siyaset üzerinden yapılanmamasına yöneltmişti.

28 Şubat darbesi, diğerlerinden farklı neticeler verdi. Tabiri caizse Demokrasi oyununda perde düştü ve seyirci suflörü sahnenin ortasında yakaladı.

Bütün darbelerin hedefi, milletin iktidar olmaması ama kendini orda sanmasının devamını sağlamaktı. 28 Şubatta; Kırmızı Kitap, MGK, Batı Çalışma Grubu, Yargı ve aralarında anayasayı dolanan ilişkiler ortaya çıktı. Her şey sahneye düşen ışıkla aydınlandı. Siyasetçinin rolünün figüranlıktan öteye gitmediği ve hükümetlerin icraatlarının kendi iradelerinin dışında geliştiği ortaya çıkmış oldu. Milletin seçtiği vekiller, meclis iradesine sahip çıkmak bir yana, pek çoğu emir eri görevi üstlendi.

Medya, asker, siyasetçi üçgeninde hikmetinden sual edilmez devlet ricalinin, kendini her şeye muktedir görüşü öylesine keyfi uygulandı ki, kamu bankalarının hortumlanması çıkar paylaşımlarına sadece bir örnek.

Perde düşüp sahne ortaya çıkınca, senarist ve yönetmenler daha da sertleştirdiler icraatı.

Olay, milletin dindar çocuklarını birinci parti yapmasından kaynaklanan panikle başladı. Dış politikada ortaya çıkan değişim işaretleriyle, içerdeki panik dalgası, ABD merkezli Batı kaygılarıyla bütünleşti. Ortaya çıkan tablo, süreç içerisinde öylesine acımasız tezahür etti ki, zaman içerisinde dış destek icraatları anlayamaz oldu. Batılı değerler adına, hayal ürünü "irtica" kalkışmasına karşı yapılan çok yönlü baskı, nevzuhur bir yapıya dönüştü.

İçerde İslam karşıtı, dış politikada Ulusçu, dar kalıplara dökülmüş Kemalizm izahtan vasete tutum içinde, iktidarını kaybetmemem adına, karargâh merkezli kararları yürürlüğe koydu. Medya ile "suç" ilanı yapıp yargıyı infaza çağırıp, kolluk güçleriyle fiziki baskı ve şiddeti devreye koyarken anayasanın özgürlük içeren bütün maddeleri, kararname, yönerge, genelgelerle hukuk tersine çevrilerek işletildi.

Bir sabah devletin denklik verdiği diplomalar geçersiz sayıldı. Bir anda öğretmenler lise mezunu oldu! Bir sabah ordu mensubu subay, eşi tesettürlü diye "disiplinsiz" suçlamasıyla, kendisine iş verilemez sivil oldu! Daha neler neler... Akla izana, vicdana sığmaz nice kanunsuz olay, ihdas edilen yapay "düşmanlık" üzerinden tezgâhlandı...

Yeni kuşaklara bu süreci iyi anlatmak gerek. Ama önce sağlıklı değerlendirmeler yapmak gerek. Müslüman için rövanş söz konusu değil. Üstelik mümin bir insanın adaletten ayrılma mazereti de yok. Böylesine acımasız bir baskı ve ihlal süreci, ancak vicdanı karartmak mümkün olur.

Bir başka açıdan 28 Şubatı ele aldığımızda, dindar insanların insanlığın hayrı adına yola "çıkardıkları" söylemi aramak olmalı. Söz konusu darbe ile Müslüman'ca hayat arzusu son mu bulmuş oldu?

Kendimize, insanlığa sunmayı düşlediğimiz adil söylem ve bizim onunla olan tutkulu ilişkimiz nerede şimdi?

AKP, darbeci zihniyeti cepheden karşısına almayan, değişimi küresel iradenin talebi doğrultusunda kabullenen oluşum olarak, bir bakıma üçüncü şık tercihiyle tebarüz etti.

AKP, millet ve devletin birer adım geri çekilişiyle şekillenen, ANAP'ın bir başka versiyonu olarak kendini konumladı. İslami söylemin AKP'den, bu nedenle, vatandaşlık hakları dışında beklentisi yerinde olmaz.

Zaten İslami duyarlılık, kendini hükümetle ifade etmeye kalktığında, varlığını tehlikeye atmış olur. Bu nedenle, iddiasız kalışın nedenlerini başka yerlerde aramak gerek.

Burada postmodern darbe sürecindeki mağduriyetten ziyade, akabinde yaşanan dünyevileşmenin yaşanmakta olan bulanıklıkta daha etkili olduğunu söyleyebiliriz.

Konuşmaya ve arayışa buradan devam etmek daha isabetli olur kanaatindeyim.