22 Temmuz değerlendirmesi

22 Temmuz Genel Seçimi, önceden Meclis kararıyla da teyid edildiği gibi planlanmış tarihi 4 Kasım 2007 olan Genel Seçim’in, onbirinci Cumhurbaşkanı seçim sürecinin TBMM’de kilitlenmesinin görülmesiyle mecbur kalınarak öne çekilen erken seçimdir. Seçim sonuçlarına göre millet iradesi; AK Parti’ye % 47 oy oranı ile 341 vekil, CHP+DSP’ye % 21 ile 112 vekili, MHP’ye % 14 ile 71 vekil, Bağımsızlar’a (23’ü DTP’li olmak üzere) 26 vekil vererek seçmen iradesini en fazla temsil etme özelliğine sahip olan Meclis ortaya çıkarmıştır. Seçim sonuçlarındaki mesajları anlamanın ön koşulu ülkeyi erken seçime mecbur kılan koşulların iyi anlaşılmasından bir başka deyişle Cumhurbaşkanlığı makamının sembolik anlamının iyi anlaşılmasından geçmektedir. Ayrıca, her şey yolunda gidiyor gibi görünürken; demokratik ülkelerde 4,5 yıl iktidarda kalan bir hükümetin olması gerektiği kadar; ne az ne de çok; yıpranmış bir hükümete sahip iken (Başbakan, AK Parti oylarının bir ara %27’lere kadar düştüğünü ifade etmişti) Cumhurbaşkanlığı secim sürecinin başlamasıyla birden ülkenin türbülansa girmesi, siyasi muhalefetin yanı sıra Üniversite, Anayasa Yargısı ve Silahlı Kuvvetler bürokrasisi gibi doğrudan seçmen iradesi ile tayin edilen Başbakanlık makamında oturana tahammül ettikleri halde görece daha temsili olan Cumhurbaşkanlığı makamında kimin oturacağı konusunda icazet verici reflekslerini açıkça ortaya koymaktan çekinmeyen devlet elitlerinin psikolojilerinin de iyi anlaşılması gerekmektedir.

 

AK Parti cephesinde Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nin bir yıl öncesinden tartışmalar içten içe düşük volümle yapılmaya başlanmıştı. AK Parti kurucu üyesi Fatma Bostan Ünsal 2006 Mart’ında yapılan Kızılcahamam Kampında, görev süresi bitmeye yaklaşmış bir Meclis’in seçeceği Cumhurbaşkanı’nın hukuki değilse bile siyasi meşruiyetinin sürekli tartışılacağını, bunun hem makamı hem de seçileni yıpratacağını, en iyisinin erken seçime giderek iradesini yenilemiş bir meclisle cumhurbaşkanının seçilmesi gerektiğini söylemiş ve çok büyük tepkilere maruz kalmıştı. Seçim yaklaştıkça gerek milletvekilleri gerekse de teşkilatlarda yapılan ve sonucu hiç bir zaman açıklanmayan anketlerde kimisinin eşi başörtülü olmayan Vecdi Gönül, Köksal Toptan, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Tayyip Erdoğan, Abdullatif Şener, Beşir Atalay gibi bazı isimler üzerinde nabız yoklamaları yapılıyordu. Milletvekilleri genel olarak Tayyip Erdoğan, eğer olmuyor ise Abdullah Gül ismi üzerinde kilitlenmiş ve sadece uzlaşı adına düşük profilli bir aday ile seçime gidilecek olunursa seçilmeme ihtimalinden bahsediyorlardı. Herkesin merakla beklediği açıklama 24 Nisan Salı günü AK Parti Grup toplantısında yapılmış, birçok kişi Tayyip Erdoğan’ı beklerken biraz da sürpriz bir şekilde Abdullah Gül’ün adaylığı ilan edilmişti. Piyasalar, dış dünya, iş hayatı ve kamuoyunun genelinde bir rahatlama olmuştu, tepkilerin en olumsuzu bile sert ve polemikçi Tayyip Erdoğan’dan ise uzlaşmacı Abdullah Gül’ün en azından ehven sayılması gerektiğini dile getiriyordu. Tayyip Erdoğan mecliste en çok sandalyeye sahip olan CHP dışında bütün partilerle görüşeceğini açıklamış, Bağımsızlar, GP, HYP, ANAP ve DYP ile temas trafiği için kollar sıvanmıştı. Seçime bir gün kala, 26 Nisan günü, uzun süredir il teşkilatı ile yolsuzluklar konusunda tartışmalı olan Amasya milletvekili Hamza Albayrak’ın istifası geldi. En iddiasız partinin küçük bir ilçesinde yapılacak olan kongreye giren herhangi bir ilçe başkan adayının bile bir oy fazla alabilmek için göstereceği çabayı esirgeyerek ve adeta “yolun açık olsun” duyarsızlığı ile Hamza Albayrak’a kapıyı işaret eden Genel Başkan’ın, bir oyun altın değerinde olduğu bir dönemde göstermiş olduğu bu minnetsizlik “seçimi kazanmayı gerçekten istemiyor mu?” sorularını kaçınılmaz olarak akla getiriyordu. Mamafih Hamza Albayrak daha sonra seçimin her iki turuna da katılarak ve ayrıca adaya destek verdiğini de açıklayarak istifasının her hangi bir telkin ile değil samimi şikâyetlere dayalı olduğunu göstermiştir.             

 

CHP tarafında Tayyip Erdoğan’ın aday olmaması gerektiğine yönelik çok sert bir kampanya yürütülmeye başlanmış daha sonra ise dolaylı bir şekilde eşi başörtülü bir AK Parti’linin de cumhurbaşkanı olamayacağı şeklinde itiraz genişletilmişti. Kimi basın organlarında ise başkomutan olacak olan birinin eşinin başörtülü olamayacağına ilişkin asker hassasiyetlerinden bahsedilerek AK Parti’ye aba altından sopa gösterilmeye çalışılıyordu. (Bunun tek istisnası, sürecin başlamasından yaklaşık 3-4 ay kadar önce Deniz Baykal’ın Devlet Bakanı Abdullatif Şener’in adaylığını destekleyebileceğini açıklamasıydı.) Cumhuriyet Mitingleriyle sadece yurt içi siyasi ve bürokratik muhalefet değil yurt dışı tepkiler de konsolide ediliyor ve çok izlenen bir çok yerli ve yabancı TV kanallarında neredeyse naklen yayınlar yapılarak Türkiye’nin bu mitinglerle tehlikeli bir kutuplaşmaya doğru gittiği, bir tarafta çağdaş, modern ve batılı değerlere sahip Mustafa Kemal nesilleri, diğer tarafta ise gerici yobaz şeriatçıların çatışmanın eşiğine geldiği haberleri pompalanıyordu. Anayasaya göre tarafsız olması gereken Cumhurbaşkanı da tartışmalara taraf oluyor ve Cumhuriyetin şimdiye kadar olmadığı kadar büyük bir tehdit altında olduğunu söyleyerek kutuplaşmayı körüklüyordu. Tartışmanın kamuoyu ayağı bu şekilde sürdürülürken hukuki ayağı da Yargıtay eski Başsavcısı Sabih Kanadoğlu ve YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’le oluşturulmaya çalışılıyor ve anayasanın cumhurbaşkanı seçimine ilişkin maddesi, şimdiye kadar yapılan üç seçimdeki (Turgut Özal, Süleyman Demirel ve Ahmet Necdet Sezer) teamül hiçe sayılarak zoraki bir yoruma tabi tutuluyor ve seçimin ilk iki turu için toplantı yeter sayısının 367 olduğu iddia ediliyordu. Böylece istedikleri gibi bir aday çıkmaz ise seçime girmeyerek yapılan oylamayı Anayasa Mahkemesi’nde usulden bozduracaklarını açıktan söylüyorlardı.

 

Muhalefetin DYP ve ANAP tarafında ise seçimin uzlaşı ile gerçekleştirilmesi vurgusu yapılıyor, 367 tartışmasının hukukun zoraki yorumu olduğu vurgulanıyor ve seçimin Mahkeme’de değil Meclis’te sonuçlandırılması gerektiği söylenerek CHP ile aynı safta olma görüntüsünden kaçma özeni gösteriliyordu. Seçimin yapıldığı 27 Nisan günü Genel Kurul oturumunun başladığı saatlerde her iki genel başkan da ayrı ayrı düzenledikleri basın toplantısı ile anlaşılamaz bir şekilde tavır değiştiriyor hem 367 gerekçesinin yanlışlığını ve hukukun zorlanması olduğunu vurguluyor hem de gerekçenin oluşmasını sağlayacak bir tutarsızlık içine girerek seçime katılmayacaklarını ilan ediyorlardı. Nitekim bu tavırları Genel Seçim’de kendi seçmenleri tarafından her iki partinin de CHP’nin siyasi kuyrukçusu olduğu ve muhtıracılara yardım ve yataklık yaptığı şeklinde yorumlanmış ve seçime DP adıyla katılan DYP baraj altında kalmakla cezalandırılmıştır. DP’nin müstafi genel başkanı Mehmet Ağar daha sonra seçim değerlendirmesi yaparken Cumhurbaşkanlığı seçimi için Genel Kurul’a girmemiş olmalarını en vahim siyasi hata olarak itiraf etmek zorunda kalmıştır.    

  

27 Nisan’da yapılan birinci tur oylama 361 milletvekili katılımı ile gerçekleşmiş, sonuçlar 357 kabul, 3 iptal, 1 geçersiz olarak çıkmıştı. Oylamaya 353 AK Parti milletvekili’nden, oy hakkı olmayan ve oturumu yöneten Meclis Başkanı Bülent Arınç ile Afyonkarahisar milletvekili İbrahim Hakkı Aşkar hariç 351 vekil katılmış, CHP’den Esat Canan, DYP’den Ümmet Kandoğan, Mehmet Eraslan, ANAP’tan Hasan Özyer, Miraç Akdoğan, Bağımsızlardan Ülkü Güney, Göksal Küçükali, Süleyman Bölünmez, Fuat Geçen ve Hamza Albayrak katılmışlardı. (AK Parti dışından oylamaya katılan milletvekillerinden sadece Ülkü Güney ve Süleyman Bölünmez 4 Haziran günü açıklanan AK Parti listelerinde aday oldular. Süleyman Bölünmez ticari hayatına dönük Mardin’den gelen büyük tepkiler üzerine birkaç gün sonra Başbakan’ın isteği üzerine istifa ettirilmiş ve yerine Mardin teşkilatından bir başka isim aday gösterilmiştir.) Bu sonuç aynı zamanda; eğer gerçekten uzunca bir süre öncesinden beri tartışıldığı gibi Anayasa Mahkemesi seçimi iptal edecek olursa sadece 6 milletvekilinin bir sonraki oylamaya getirilmesiyle bu problemin aşılacağı ipucunu vermişti.

 

Beklendiği gibi seçimin birinci turu biter bitmez CHP iptal davası için Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Tartışmalar devam ederken aynı gece Genel Kurmay web sitesinde seçim sürecinde ve öncesinde yaşanan laiklik eksenli idari uygulamalara dönük sert bir açıklama yayınlandı. İlkokul çocuklarının Kutlu Doğum Haftası’nda ilahi okumaları gibi millet nazarında tehdit olarak alınmayan rutin uygulamalar bile eleştiriliyor, laikliğin savunucusu olan TSK’nın gerekli görmesi halinde duruma vaziyet edeceği ima ediliyor, bir anlamda hükümetin kulağı çekiliyordu. Yaşananlar Mahkemenin baskı altında tutulmaya çalışıldığı izlenimi uyandırıyor ve herkeste iptal davasının CHP’nin beklediği şeklide çıkacağına ilişkin kanaat pekişiyordu. Her yerde 28 Şubat’ın hortladığı korkusu hâkimdi. Başbakan Genel Kurmay Başkanı ile telefon irtibatı kumaya çalışıyor ama telefona cevap verecek muhatap bulamıyordu. Ertesi gün Hükümet görece dik bir karşı açıklama ile değerlendirmelerini kamuoyuyla paylaştı, TSK’nın başbakana bağlı bir kurum olduğunu ve demokrasilerde bu tür hareketlerin hükümetlere dönük algılanacağını deklare etti. Vatandaş nezdinde bu Kasımpaşa’lı tavır çok büyük destek buluyordu.

 

1 Mayıs 2007’de Mahkeme tarihi kararını açıkladı ve 367 tartışmasına hukuki noktayı koydu. Bu karar ile bundan böyle istenir ise Meclis’te çoğunluğu oluşturan Grup azınlığı oluşturan Grup tarafından baskı altında tutulabilecek ve seçimi spekülatif etkilerden kurtarmak imkansız hale gelebilecekti, yani Meclis zemini resmen olmasa bile fiilen seçimi imkansız kılan bir vasata dönüşmüş oluyordu. Aynı gece Başbakan parti ve hükümetteki kurmaylarıyla bir toplantı yaparak erken seçim kararı aldıklarını açıkladı. Ayrıca Cumhurbaşkanının en çok iki dönmeliğine olmak üzere iki turlu seçimle doğrudan halk tarafından seçilmesi değişikliğini de teklif etti. Daha sonra yapılan anayasa değişikliği oylamalarında; hem Cumhurbaşkanı’nın iade ettiği birinci oylamalarda hem de Meclisin aynen kabul edip gönderdiği ve Cumhurbaşkanı’nın referanduma sevk ettiği ikinci oylamalarda ANAP Grubu AK Parti’ye destek vermiş olmasına rağmen “yeter, söz milletindir” siyasi geleneğinin mirasçısı DYP anlaşılmaz bir şekilde “yeter, söz devletindir” ekolünden gelen CHP ile hareket etmiş ve 22 Temmuz seçimlerinde bu işbirliğinin karşılığını baraj altı kalarak halktan almıştır.

 

Başbakan ile hem CHP hem de Anayasa Mahkemesi arasında 367 kararına yönelik çok sert polemikler yaşanırken 4 Mayıs günü Dolmabahçe Sarayı’nda Genel Kurmay Başkanı ile Başbakan görüşmesi yaşandı. İki kişi arasında geçen bu görüşmenin hiç bir şahidi ve tutanağı yoktu ve dışarıya da taraflarca hiç bir bilgi sızmadı. Daha sonraları, hem Tayyip Erdoğan’ın hem de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı olmaması konusunun ve 200 küsur milletvekilinin AK Parti’de liste dışı kalması veya seçilemeyecek yerden aday gösterilmelerinin bu toplantıda kararlaştırıldığı spekülasyonları yapıldı.

 

6 Mayıs’ta, seçimin iptal edilen birinci turu yenilendi. İlk turun sonuçları 6 vekilin daha katılmasıyla 367’ye ulaşılacağını yani tekrarlanan birinci turun geçerli olabilmesi için gerekli sayıyı işaret etmiş olmasına rağmen bu tura gelen milletvekili sayısı 361’den 358’e inmiş, Parti yönetimi 6 ilave yerine 3 kayıp yaşamıştı. İleride yapılacak olan Genel Seçim’de ne getireceği o günlerde bilinmeyen Zafer Üskül, Ertuğrul Günay, Osman Yağmurdereli, Hamza Yerlikaya, Haluk Özdalga vs gibi vitrin transferleri yerine, gelişleriyle çok önemli bir makam olan Cumhurbaşkanlığı koltuğunu getirecek olan herhangi 6 milletvekili ikna edilememiş veya iknaya uğraşılmamıştı. Eğer Cumhurbaşkanlığı seçimine gölge düşürülmek istenmemesi nedeniyle siyasi transfer yapılmadığı iddia edilecek olursa o halde iki bağımsızın, Ülkü Güney ve Süleyman Bölünmez’in listelerde ne işleri vardı. Eğer bunlar birer transfer ise o halde başka 6 vekil niye bulunamamış bilakis son turda kayıp artmış ve gelenlerin bir kısmı da gelmemişti. En iddiasız partinin küçük bir ilçesinde yapılacak olan kongreye giren herhangi bir ilçe başkan adayının bir oy fazla almak için kullandığı normal siyasi manevraların, bu manevraları çok iyi bilen AK Parti yöneticilerince esirgendiği listelerin açıklanmasıyla ortaya çıktı; çok önemli olan bir seçim için gösterilmesi gereken özenden kaçınılmış, AK Parti dışından oylamaya katılan vekiller kendi kanaatleri böyle olduğu için katılmışlar, özel olarak katılmaları için bir çaba harcanılmamış.

 

Abdullah Gül toplantı yeter sayısına ulaşılamayıp 358’de kalındığını görünce birinci turun tekrarlanmasını beklemeden, Genel Kurul Salonu’ndan ayrıldı. Bir basın toplantısı bile yapmadan ayaküstü adaylıktan çekildiğini açıkladı. Ya gerçekten Parti’sinin adaylığını desteklemediğini anlamıştı ya da kendi Cumhurbaşkanlığının siyasi, hukuki ve bürokratik yolla engellenmesiyle oluşan mağduriyetten, tahmin ettikleri büyük bir oy desteğinin geldiğini görmüştü. Bu destekle girilecek olan seçimden sonra işler, hem iktidar hem de Cumhurbaşkanlığı seçimi bakımından daha rahat olacaktı. Nitekim gerçekten Türkiye seçim meydanlarında kendi meselelerini konuşmaktan çok Abdullah Gül’ün mağduriyetini konuşmuş ve toplumun önemli bir bölümü kendi değerlerini paylaşan, sakallı bir tornacı ustasının oğlunun Cumhurbaşkanlığının engellenmesine gereken cevabı çok sert vermişti. 1954 seçimlerinden bu yana hiç bir iktidar partisi iktidarını artan oy oranıyla pekiştirmemişti. Artık neredeyse her iki kişiden biri AK Parti’liydi. Ya çok başarılı bir seçim taktiği uygulanmış, oy oranı bir aralar %27’lere inmiş olan bir parti 367 sayısını bulmak için taammüden uğraşmamış ve bu mağduriyeti artan oy oranına tahvil etmişti ya da gerçekten AK Parti 367 sayısına ulaşmayı becerememişti. Eğer bu bir seçim taktiği ise o halde mağduriyeti üzerinden göz kamaştırıcı bir desteğe ulaştıkları Abdullah Gül’ü yeniden aday ilan etmek en azından kendisine, ona değilse bile seçmene karşı bir ahlaki yükümlülük olarak ortada durmaktadır.  

 

4,5 yıllık iktidar dönemini müteakip halk desteğini %34’ten %47’ye çıkartan AK Parti açısından Seçim sonuçları değerlendirildiğinde:

 

1-     Başarının en büyük amili Abdullah Gül’ün seçilememiş olmasıdır. Cumhurbaşkanı olabilmek için hiçbir hukuki, siyasi ve demokratik engeli olmayan; seçim propaganda sürecinde ise neredeyse tek konu olarak konuşulan ve seçim sonuçları itibariyle de halk desteğini tartışmasız bir şekilde arttıran Abdullah Gül’ün uzlaşma adına aday yapılmamasının getireceği “neyle, kimle ve ne adına uzlaşma” sorusuna tatmin edici bir cevap veremeyenler halkın kendilerine vermiş olduğu emanetin gereğini yerine getirmemiş muamelesi görürler. 

2-     27 Nisan bildirisine görece olarak dik durulması takdir toplamış, seçmen kendi iradesinin temsilcisi olarak gördüğü Meclis üzerinde ne hukuki ne de bürokratik baskıyı kabullenmemiştir.

3-     Petrol Ofisi vergi borçlarının uzlaşma ile küçük rakamlara indirilmesi ve Aydın Doğan’a rafineri kurma hakkının verilmesiyle medya ateşkesi hatta medya desteği sağlanmıştır. (Seçim döneminde istifa eden Sinop Belediye Başkanı ve Aydın Belediye Başkanı ve Belediye Meclis üyeleri gibi normal şartlar altında sansasyona dönüştürülebilecek haberler satır aralarında sıradan olaylar gibi geçmiştir.)

4-     Seçim sürecinde faiz ve Borsa’ya akan uluslararası sermaye sonuca dolaylı etki etmiştir.

5-     AK Parti Doğu ve Güneydoğu’da DTP ile başa baş oy almıştır. Bunun sebebinin sadece birleşik oy pusulasında bağımsız aday isimlerinin yazılması olarak izahı gerçekle yüzleşme korkusudur. Bölge insanıyla inanç ve kültür bakımından benzeşen adayların tespit edilmesi, köylerin yol, su, okul ve sağlık gibi temel altyapılarının önemli ölçüde tamamlanmış olması, kültürel haklara görece saygı gösterilmesi ve Kuzey Irak’a müdahalede siyasi ve askeri yetililerce sıkıştırılmasına rağmen ayak sürümesi AK Parti’yi bölgede başarılı kılmıştır. Etnik milliyetçiliğin bölgede taban bulmaması AK Parti’nin toplumun verdiği mesaja uygun bir algı içinde olmasına bağlıdır.  

6-     AK Parti geleneksel tabanının, Abdullah Gül mağduriyeti nedeniyle YÖK, başörtüsü, katsayı vs gibi çözümü ertelenmiş klasik sorunlarını meydanlara taşımayarak konuşmaktan feragat etmesinin taleplerinden vazgeçtiği anlamı taşımadığı iktidarın dikkatinden uzakta olmamalıdır.   

7-     Muhalefetin dahi Abdullah Gül mağduriyeti nedeniyle seçim meydanlarına getiremediği Galata Port, Tüpraş özelleşmesi ve Ofer vs gibi konulara karşı duyarsızlık bir başka deyişle kamu mallarına yönelik toplumsal duyarlılık kaybı; şatafat hastalığı veya tevazu kaybı, AK Partinin durdurmak bir tarafa yaygınlaşmasına ve derinleşmesine katkı sağlayarak inşa ettiği popüler kültürün negatif dönüştürücü etkilerini örneklemektedir. 

8-     Kadın aday sayısını arttırarak çağdaş bir parti görüntüsüne ulaşılacağı beklentisi teşkilatlarda ve parti tabanındaki kadın mensuplar nazarında olumlu karşılanmıştır. Başörtülü mensupların bir kısmında ise “milletvekili oluruz Genel Kurula başımız açıp gireriz” formülü yüksek sesle düşünülür olmuştur. Bu tavrın Parti’yi MHP durumuna düşüreceği korkusu ile söz konusu formüle geçit verilmemiştir. İnançlarının gereğini yaşadıkları için eğitim, ekonomi ve siyasi haklarından mahrum bırakılan kadınların hak mücadelesini desteklemek yerine kalite kriterine göre değil sadece “başı açık kadın olmak” kriterine göre  kadın adayların listelere alınması zaten mağdur olanları kendi arkadaşları karşısında ikincil duruma düşürmüş böylece de başörtüsü kullanmak fiili olarak dezavantaja dönüştürülmüştür. Başbakan yardımcısı Mehmet Ali Şahin’in %1,5’un meselesi diye küçümsediği başörtü meselesiyle ilgili olarak, üniversite öğrencilerine “ya başlarını açıp ya da peruk takıp” okullarına gitsinler tavsiyesinde bulunan Başbakan uzun yıllar kendisinin de takipçisi olduğu geleneksel iddiaların tabanda çözülmesini kolaylaştırmış ve başka hiç bir siyasi aktörün başaramayacağı kültürel dönüşümü gerçekleştirerek sekülerleşmeyi derinleştirmiştir. Eğer başörtüsü, terk edilmesi başkalarının beğenisine bağlı olan bir estetik aksesuar gibi görülüyor ise bu öğrencilere yapılan tavsiyenin aynısını kendi eşlerine de yapmalı ve Çankaya’da başörtülü “first lady” konusu inatlaşma konusu yapılmamalıdır. Ya da onuncu Cumhurbaşkanı’nın Köşk’te vermiş olduğu resepsiyonlarda eşleri başörtülü olan milletvekillerinin eşsiz davet edilmeleri kınanmamalıdır. Eğer bu konu bir “haklar ve özgürlükler” konusu ise o halde en azından başka hak ve özgürlük konularının görüldüğü kadar muazzez görülmeli, küçümsenmemelidir; sorun çözülemiyor ise en azından toplumda bu duyarlılığın ve mağduriyetin tıpkı başka mağduriyetlerde olduğu gibi gündemden düşmemesi için uğraşılmalı, değersizleştirip dağılıp gitmesi için değil.       

 

 

 

: 22. Dönem Adıyaman Milletvekili