2010 küresel eğilimler: Batı'nın ayrışması ve ölümü mü?

Walter Russell Mead

Dünya 1950-1989 arasında sınırları açıkça belirlenmiş ülke gruplarına bölünmüştü. Batı dediğimiz, sanayileşmiş ileri demokrasilerden oluşan "Birinci Dünya" vardı: Batı Avrupa, Kuzey Amerika'daki İngiliz ve Avrupa diasporası, Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya'dan oluşuyordu. Sonra, Komünist idare altındaki "İkinci Dünya" vardı. Bir de sömürge hâkimiyetinden çıkmakta ve gelişmekte olan "Üçüncü Dünya" ülkeleri.

Eski ayrım hattı son zamanlarda bozulmaya başladı. Bu eski kategori, 2010'lu yıllarda büyük ölçüde gözden kaybolacaktır. İkinci Dünya ise elbette ki tarihin hurdalığını çoktan boyladı. Üyelerinden bazıları batıya yöneldi, Avrupa Birliği'ne katılıyor, sanayileşmiş ileri demokrasiler oluyor veya en azından olmaya çalışıyorlar. Çin ve Vietnam gibi bazıları ise doğuya yöneldiler ve tutarlı-bütüncül bir ideolojik veya ekonomik blok teşkil etmiyorlar artık. Rusya, Belarus ve Ukrayna gibi diğer bazıları ise ne yapabileceklerini veya ne yapmaları gerektiğini merak ediyorlar.

Pek heyecanlı olmasa da hayli önemli olan bir şey de "Üçüncü Dünya'nın" gitgide çözülmesidir. Latin Amerika, Ortadoğu, Sahraaltı Afrika ve Güney Asya bugüne kıyasla geçmişte birbirlerine çok daha fazla benziyorlardı. Birçok Asya ülkesi, bir zamanlar yalnızca "Batı'ya" mahsus hayat standardına sahip; diğer bazıları ise yakın gelecekte bu standardı tutturmayı umuyor. Latin Amerika ve Afrika ise hem birbirlerinden hem de Doğu veya Güney Asya'da olup bitenlerden çok farklı bir siyasi ve iktisâdi seyir tutturdu. Ortadoğu ise yine kendi güzergâhınde ilerliyor.

Geriye doğru bakıldığında, Üçüncü Dünya kavramının emperyalist akşamlardan kalma olduğu çok açık. Avrupa emperyalizminin, dünya halklarını bir grup Avrupa gücünün hâkimiyeti altına almasından evvel, Endonezya'daki bir kişiyle Meksika'daki bir kişinin çok az müşteriği vardı. Müteakip bir başkaldırının izlediği yabancı hâkimiyeti, sömürüsü ve de devlet inşa etme gayreti (ve yanısıra ithal edilen Avrupa eğitim sisteminin dilsel ve kültürel neticeleri) bir takım müşterekler hâsıl etti fakat tüm bunlar zaman içerisinde solup gitmeye yüz tuttu ve beşeri kültür ve çıkarların tabiî ve tarihi çeşitliği kendisini yeniden ileri sürmeye başladı. Bu yeni on yıl muhtemelen Üçüncü Dünya'nın ayrışmasına şahit olacaktır; Üçüncü Dünya terimi kulağa gitgide eski moda ve küstah bir terim olarak gelecek. Üçüncü Dünya'daki ülkelerin iktisâdi ve stratejik kaygılar ekseninde konu konu ayrılığa düşmeleri muhtemeldir. Başlıca ticari emtia ihracatçısı ülkelerin bir dizi müşterek çıkarları söz konusu; mamül mal ihracatçısı ülkelerin ise bir başka müşterek çıkarları var. Kopenhag'da şahit olduğumuz üzere, toprakları deniz seviyesinin altına uzanan fakir ülkeler, Çin gibi hızla sanayileşen ülkelerle her konuda hemfikir değiller – ve Ortadoğu'nun petrol ihracatçısı ülkeleriyle hemfikir oldukları konular daha az. Hindistan, Çin ve Brezilya dünya politikası gece klübünün ya VIP salonunda olduklarına ya da kısa bir müddet sonra kadife ip boyunca içeriye teşrif edeceklerine inanıyorlar. Bu ülkeler, kendi çıkarlarını G-77 gibi iri ve hantal koalisyonların değil de yine en iyi kendilerinin koruyabileceğine gitgide inanır hale geliyorlar.

Ancak 2010'nun en büyük süprizi, Batı'nın parçalanması olabilir. Nasıl ki bir zamanlar Üçüncü Dünya'yı bir arada tutan tutkal çözülüyorsa, bir zamanlar batı Avrupa'yı, Amerika ve Japonya'yı tek bir iktisâdi ve siyasi blokta bir araya getiren kuvvetler de tedricen öylece çözülüyor. Diğer yandan, bu grubun eşsizliğinin nişânesi olan iktisâdi ve hatta siyasi farklılıklar da solmaya yüz tuttu. Bir zamanlar yalnızca batılı ülkelerin iftihar ettiği bolluğa dayalı orta sınıfa sahip olan batı dışı ülkeler var artık. Avrupa, Amerikan dış politikasının çekim merkezinde değil artık; Amerikalılar en ciddi dış politika kaygılarını ve en hayâti çıkarlarını batı ve orta Avrupa'da değil de Doğu Asya'da, Güney Asya'da ve Ortadoğu'da buluyorlar. Esasen bir diplomatik ve hatta kültürel terim olarak "batı", "batı" teriminin sömürge geçmişini hatırlattığı ülkelerle gitgide ilişki kurmaya odaklanan bir Amerikan dış politikası için galiba bir külfet haline geldi.

Amerika Birleşik Devletleri'nin bağını Avrupalı köklerinden sessizce koparması, son neslin en önemli ama en az konuşulan meselesidir. Bu seyre yol açan pek çok etken var. Avrupalı göçmenlerin kitleler halinde Amerika'ya akın ettiği dönem 1924'te Göç Kanunu'nun çıkarılmasıyla sona erdi. Bir nesil yerini diğerine bıraktıkça, Avrupa kökenlerine giden hafıza bulanıklaşıyor ve Eski Dünya ile aile bağları zayıflıyor. Bu esnada, 1960'lardaki göç serbestiyetiyle başlayan yeni kitlesel göç, küresel bir nitelik arzetti: Latin Amerika, Asya, Ortadoğu ve Afrika'dan gelen göç, Avrupa'dan gelen göçe çok daha ağır basmaktadır. Sivil Haklar hareketi ve Afro-Amerikalıların kültürel, sosyal ve siyasi gücü, ABD'nin Avrupa'nın bir şubesi olduğu algısını daha da zayıflattı.

İktisâdi gücün ve demografik (dolayısıyla seçmen) ağırlığın Atlantik kıyılarından Körfez ve Pasifik bölgesine kayması, kültür ve diplomasimizi Latin Amerika ve Asya'ya doğru eğdi. Ortadoğu'daki kalıcı kriz ve Asya'nın volkan gibi yükselişi, Amerikan aklının ve çıkarlarının Avrupa dışı bölgelerde yoğunlaşmasına katkı sağladı.

Avrupa'nın fikri/entelektüel ve kültürel liderliğindeki çöküş de bir diğer etkendir. Amerikalı entelektüeller II. Dünya Savaş'ını müteakip elli yıl boyunca Avrupa'da üretilen fikirlerle yatıp kalktılar: Marksizm evet ama Frankfurt Okulu'ndan yapıçözümcülere kadar Avrupa'nın sosyal ve analitik düşünce dalgaları da var. Faşizm ve Komünizm'den kaçan göçmenlerin Amerikan fikri hayatı üzerindeki etkileri, Konstantinopol'ün düşüşünden sonra Grek birikimini batı Avrupa'ya taşıyan Bizans göçmenlerinin etkisine benzerdir; o neslin ilim ehli ve onların en yakın öğrencilerinden oluşan nesil, sahneden çekildiler ve bugün Amerikan akademyasındaki en güçlü fikri hareketler ya yerlidir yahut da gelişmekte olan dünyadan ithaldir. Amerikan eğitimi bugün Grek ve Roma'nın kültür ve eğitim formasyonumuzda çarpıcı derecede önemsiz rol oynadığı klasik-sonrası dönemde olmakla kalmayıp ayrıca çokkültürlü geleceğimize uygun görülen şahsiyetlere hareket alanı sağlamak için "ölü beyaz adamların" müfredattan çıkarıldığı Avrupa-sonrası dönemdedir.

Dünyadaki yeri üzerinde yeniden düşünmeye başlayan sadece Amerika değildir. Avrupa ve Japonya, dış politika portföylerine yeniden ayar veriyorlar (Washington'la ittifaklarından vazgeçmeden yapıyorlar bunu tıpkı Amerika'nın onlardan vazgeçmeksizin yaptığı gibi). Kopenhag'da gördüğümüz üzere, Avrupa ve Amerika'nın küresel yönetimle ilgili sorulara yaklaşımlarındaki farklılık, Bush yönetiminden daha uzun sürmüştür. Avrupa ve Amerika bağlantısızlar içerisindeki komünist ilerlemeyi engellemek için birlikte çalıştıkları geçmişin aksine, bugünlerde eskinin "Üçüncü Dünyasında" birbirlerine karşı müttefik avlamakla meşguller. Ortak değerler ve çıkarlar varlığını koruyacaksa da (ve İslamın yükselişi Avrupa ve ABD'yi yakınlaştırabilecekse de) 2020 yılı geldiğinde batının bugüne nazaran daha az birleşik ve birbirlerine daha az bağlı görünmesi muhtemeldir.

Yeni sürprizler olmadığı takdirde (sürprizler, uluslararası ilişkilerin birkaç sabitesiden biridir) eski ve bilinen dünyanın genel hatları 2010 boyunca solmaya ve bulanıklaşmaya devam edecektir. Eski ilişkiler ve kümelenmeler ortadan kaybolacak, yeni ve muhtemelen daha akışkan ve daha az dayanıklı olanlar şekillenecektir. Yeni on yıldaki etkin diplomasi, konusuna göre ittifaklar şekillendirme ve eskisi güçten düşerken yeni blokların yükselişini teşhis etme yeteneği gerektirecektir.

Kaynak: The American Interest
Dünya Bülteni için çeviren: M. Alpaslan Balcı