Rus yazar Pyotr Çaadaev'in o meşhur sözlerini tekrarlamayı seven bir kuşağın mensubuyum: "Ülkemi gözü bağlı, sesi kesilmiş ve başı eğilmiş şekilde sevmeyi öğrenmedim. Ben bir insanın ülkesine, ancak ona açıkça bakabildiğinde faydalı olabileceğine inanırım."
Polonya'daki diktatörlüğe karşı isyanımız umutsuz görünürken kendimize sık sık söylediğimiz bir şeydi bu. Diktatörlüğün yıkıldığını görecek kadar yaşayacağımızı sanmıyorduk, fakat yine de gözlerimizin bağlanmasını ve sesimizin kesilmesini reddediyorduk. Yazarlar ve aydınlar olarak protestoyu sürdürdük; öğrenci eylemlerinde, işçi grevlerinde ve dini bayramlardaki gösterilerde yer aldık; ve ilk muhalif örgütleri kurduk. Bize bozguncu ve haydut dediler. Fakat sonradan doğruyu yaptığımız görüldü.
Olumlu yönde değiştik ama...
İşçileri Savunma Komitesi, bir işçi protestosu dalgasının ardından 1976'da, Polonya'nın her yanına saçılmış birkaç yüz insanla yola çıktı sadece. Ağustos 1980'e gelindiğinde, Baltık ve Silezya'nın büyük grevlerinin ardından Dayanışma haline gelmişti; sayısı milyonlara varan ve her toplumsal tabakadan insanı bünyesinde barındıran bir hareket, özgür, bağımsız ve adil bir Polonya için mücadele eden ulusal bir konfederasyondu bu. Yeraltına çekilmek zorunda bırakıldı ama yok edilemedi. Dayanışma diktatörlük döneminde ayakta kaldı, ta ki 1989'da yeni yönetimin bariz ortağı haline gelene kadar.
Berlin Duvarı Polonya'da çatırdamaya başladı. 1989'un şafağında Polonya halkı ve Çekler, Slovaklar, Rumenler, Macarlar, Litvanyalılar, Estonyalılar, Ukraynalılar ve bizzat Ruslar hep beraber aynı şey için dua ediyordu: Sovyetler Birliği'nin çöküşü. Bu çöküş sadece bizim değil, Rus dostlarımızın da yararınaydı.
O yılın başlarında Polonya'daki komünist rejimle Dayanışma muhalefeti arasında görüşmeler başladı, 4 Haziran 1989'daki yarı demokratik seçimlerde de doruğuna çıktı. Fakat gerçekten tarihi bir şey yaşandı. Bir komünist devlette seçimler ilk kez komünistlerin hezimetiyle sonuçlandı. Muhalefetin Katolik kilisesi ve Papa 2. Jean Paul tarafından da desteklenen zaferi netti.
Fakat ertesi gün dünyadaki manşetlerde bu zafer değil, Pekin'in Tiananmen Meydanı'nda demokrasi isteyen öğrencilerin katledilmesi vardı. Böylece aynı gün içinde dünya, komünizmin iki yüzünü, tehdit edildiğinde verdiği iki olası tepkiyi görmüş oldu. Pekin'deki rejim tank ve infaz dilini kullandı; Polonya'dakiyse seçimin dilini kullanarak kısa sürede doğu ve orta Avrupa'nın diğer ülkelerine de ulaşacak olan demokrasinin ve değişimin yolunu açtı. Berlin Duvarı'ndan ilk taşlar Polonya'da dökülmeye başladı. Polonya tarihinin lanetinden kurtulmuştu. Ülkemizi Avrupa haritasından silen paylaşımların, başarısızlığa mahkum trajik isyanların ve özgürlük için umutsuzca mücadele veren yüz binlerce kurbanın damga vurduğu bir tarihti bu.
Tarihte hiçbir olayın tek bir nedeni olmadığını biliyoruz. Polonya'nın değişimi Rusya'daki değişimlerin, hassas ABD politikalarının, Katolik Kilisesi'yle Papa 2. Jean Paul'ün, Sovyet işgaline karşı çıkan Afgan halkının da bir ürünüydü. Ve bizzat Sovyetler Birliği'nde ağır bir ekonomik kriz de yaşanıyordu.
Fakat yönetenle yönetilen arasındaki uzlaşma için modeli oluşturanların Polonyalılar olduğunu asla unutmayacağım. Diktatörlüğün barışçı biçimde lağvedilmesinin ve iktidarın parlamento seçimlerini kazananlara aynı barışçılıkla devredilmesinin örneğini onlar yarattılar.
Polonya 20 yılda nasıl da değişti. Sağlıklı bir ekonomiye sahip, demokratik kuralların yürürlükte olduğu bir ülke haline geldi. Polonya için bu 20 yıl, son 300 yıllık tarihinin en iyi dönemiydi. Fakat bugün birçok Polonyalı derin bir hoşnutsuzluk yaşıyor. Neden?
Çehov öngörmüştü
Büyük Rus yazarı Anton Çehov anavatanı hakkında şunları yazıyordu: "Eğitim, sanat ve ifade özgürlüğü şiarı altında Engizisyon'dan bile daha korkutucu bir tür kurbağa ve timsah gelecek iktidara - dar kafalı, kendinden başka doğru tanımayan, aşırı ihtiraslı, vicdanın zerresine sahip olmayan bir tip olacak bu. Şarlatanlar ve kuzu postunda kurtlar yalan söyleyebilecek ve kalplerinde asıl olanı gizleyecek." Dahi yazar, kölelikle geçen yılların ardından özgürlüğünü kazandığında bir ülkeye ne olduğunu öngörmüştü. Komünizm sonrası demokrasilerde yaşanan da bu.
Polonya'da değişimi sağlayanlar büyük fabrikalardaki işçilerdi; otoritelere pes ettiren onların grevleriydi. Fakat o aynı fabrikalar sonrasındaki dönüşümün de ilk kurbanları oldu. Fabrikalar piyasada rekabet edebilmek için modernleştirilince işçilerin yarısı çıkarıldı. İnsanlar karşılarında özgürlüğün mucizesini değil, fazlalık gibi muamele gördükleri bir ortam buldu.
Aranan denge bulunamadı
1989 devrimleri yaygın özelleştirme veya sosyal adaletsizliklerden söz etmiyordu; veya suçun, yolsuzluğun ve mafya faaliyetinin hızla artmasından; ya da en kötüsü, daimi işsizlikten. Polonyalılara ve komşularına komünizm sonrası dönemde sunulan gerçeklik buydu. Siyasi özgürlük, serbest piyasa ekonomisi, sansürün sona ermesi ve sınırların açılması bir denge oluşturmaya yetmedi. Despotik bir rejimin yıkılması sadece liberal demokratik değerlere değil, zenginlik için vahşi bir yarışa da yol açtı. On yıllardır köle gibi yaşayan, kendi emeğinin değerini ölçemeyen bir halk, anlık mucizeler ve yükselişler aramaya ve bunun için kaba kuvvete, kinizme ve rüşvete başvurmaya başladı.
Elbette değişim yaşandı. Yeni bir siyasetçi kuşağı ortaya çıktı. Önceleri yasal siyasetten ve ekonomik faaliyetten dışlananlar, bugün o siyaseti ve ekonomiyi yönetiyor. Fakat aynı zamanda geniş bir ölçekte büyüyen yolsuzlukla ve sosyal ilerlemeye dair tutulmayan sözlerle de başa çıkmamız gerekiyor. Zenginle yoksulu ayıran uçurum derinleşiyor - tek fark bugünün en zengin insanlarının eskiden önde gelen eylemcileri olması.
Etnik milliyetçilik yükselişte
Bazı komünizm sonrası ülkelerde saldırgan bir etnik milliyetçilik yükselişte. Bazılarında din iktidardakiler tarafından anti-demokratik bir ideoloji, bir hoşgörüsüzlük ve dışlama aracı olarak kullanılıyor. Komünizm sonrası dönüşüm sadece kazananlar değil, birçok kaybeden de yaratıyor: İşsizler, dışlananlar, yoksulluğa itilenler. Genellikle iflah olmaz bir açgözlülük sergileyen yeni seçkinler demokratik davranışları, hukukun üstünlüğüne saygıyı, çoğulcu-luğu veya hoşgörüyü yavaş öğreniyor.
Yani bugün ucu açık sorularla dolu bir dünyayla karşı karşıyayız. Demokratik sistemlerimizin geleceği ne? Ve aynı sorunun demokratik Avrupa'nın her tarafında soruluyor olması bizi rahatlatıyor. Bütün yanlışlara, gaflara ve skandallara rağmen bugün Polonya normal, demokratik bir Avrupa ülkesi. Kuşağımın çocuklarına miras bırakmak istediği türde bir ülke. Ama doğrusu daha iyi bir ülke görmeyi isterdim. (Polonya'da Komünist rejime muhalefet eden Dayanışma Hareketi'nin liderlerinden, sol eğilimli günlük gazete Gazeta Wyborzca'nın yayın yönetmeni, 9 Kasım 2009)
Kaynak: Radikal